Üç Tarz-ı Siyaset

 

TÜRK GAZETESİ 1904

TÜRK GAZETESİ 1904

 

 

Osmanlı topraklarında, batıdan öykünerek, güçlenme ve ilerleme arzuları uyanalı, üç siyasi yolun ortaya çıktığını düşünüyorum.

Birincisi, Osmanlı Hükûmetine tabi çeşitli milletleri temsil ve birleştirmekle, Osmanlı milleti oluşturmak.

İkincisi Hilafet hakkının, Osmanlı Devletinin hükümdarında olmasından yararlanılarak, bütün Müslümanları, yönetim merkezinde, siyaseten birleştirmek (Avrupalıların Panislamizm dedikleri)

Üçüncüsü ırk üzerine oluşturulan bir “Türk Milliyeti Siyaseti” oluşturmak

Bu fikri yollardan ilk ikisinin bir zamanlar, Osmanlı Devleti genel siyasetine etkisi çok oldu.

Sonradan bazı yazarların yazılarında da bu görüldü.

-I-

Osmanlı Milletini var etmek çok yüce bir amaç olsa da pek yüksek bir ümide doğru ilerlemiyordu.

Asıl amacı, Osmanlı memleketinde ki Müslüman ve Müslüman olmayan topluluğa; eşit, hukuki ve siyasi görevler vermek, böylece aralarında tam anlamıyla eşitlik, fikirsel ve dinsel özgürlük sağlamaktı.

İşte bu eşitlik ve serbestlikten yararlanarak, bahsi geçen topluluğu, aralarında ki din ve soy ayrımlarına rağmen, birbirlerine kaynaştırmak ve temsilleştirmekti.

Amerika Birleşik Devletlerinde ki Amerikan Milleti gibi ortak bir vatanda, bütün yeni bir millet, Osmanlı Milleti ortaya çıkarmak ve bütün bu zor işlemlerin sonucu olarak ta “Yüce Osmanlı Devletini” asıl dış görünüşüyle, yani eski sınırlarıyla korumaktı.

Bu siyasi tercih, çoğunlukla Müslüman ve önemli bir kısmı Türk olan bir devletin devamında ve gücünü artırmasında, bütün Müslümanlar ve Türkler açısından faydalı olmakla beraber, doğrudan doğruya onlara hitap etmiyordu.

Bu nedenden dolayı Osmanlı sınırları dışında ki Türkler bununla meşgul olmazlardı.

Konu, içsel ve yerel bir mevzuydu.

Osmanlı Milletini oluşturmak fikri, ciddi olarak İkinci Mahmud zamanında doğdu. “Ben tebaamda ki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdiklerinde görmek isterim…” sözü, bu padişahındı.

Miladi ondukuzuncu asır başında ve ortalarında bu siyasetin, Osmanlı Devletinde, itibar görmesi ve tatbikin uygulanabilir olarak düşünülmesi doğaldı.

O dönemler Avrupa’da, millet fikri; Fransız Büyük ihtilaliyle ortaya çıkmış, soysal ve ırki olmaktan öte vicdanlara cevap vermeye dayanan bu Fransız kuramı, milliyet esasını teşkil ediyordu.

(* Akçura notu- Yavuz Sultan Selim’e kadar bu fikrin bazı padişahlar tarafından izlendiği, iddia edilse de bu izleme Avrupa taklidiyle olmayıp, belki dönemleri icabı, İslam’ın henüz kökleşmemiş olmasından kaynaklanmaktadır ve bundan dolayı konumuz dışındadır)

Sultan Mahmut ve takipçileri, iyice anlayamadıkları bu kurama bel bağlayarak, ırk ve din çeşitliliği olan devlet tebaasının, serbestlik ve eşitlikle, güvenlik ve karşılıklı hoşgörü ile kaynaştırıp birleştirmek, milleti belli bir kalıp haline sokmak imkânına inanıyorlardı.

Avrupa Milletlerinin oluşum tarihinde görülen bazı örneklerde, kendilerine olan güvenlerini artırıyordu.

Gerçekten de Fransızlar, Germen, Kelt, Latin, Grek ve daha bazı nesillerin birleşmesinden meydana gelmemiş miydi?

Almanlar birçok Slav unsuru içinde eritmemiş miydi?

İsviçre, farklı din ve millete rağmen bir millet değil midir?

Bahsi geçenlerin yanında, aynı dönemlerde bir siyasi birliktelik oluşturmaya çalışan, Alman ve İtalyanların hareketleri de, yanlış bir bakışla, fikirlerinin doğruluğunu ispat eden olaylardan saymış olmaları dahi, ihtimal dışı değildir. 

Osmanlı Milleti fikri en çok Ali ve Fuad Paşalar zamanında gündemdeydi.

Fransız prensibinin, halk oylaması(Plébiscite) ile milletler teşkil etmenin temsilcisi üçüncü Napolyon’da, bu Batılılaşmış paşalara destek veriyordu.

Sultan Abdülaziz devrinde ki Fransız tarzı yenilikler ve bu yenilik örneği olan Mekteb-i Sultani( Galatasaray Lisesi), hep bu sistemin “A la moda” olduğu zamanların ürünleridir.

Millet kuramı, ne zaman ki Almanlar tarafından olayın doğruluğuna daha yakın olan şekil de, milletlerin esası “ırk” olmak üzere yorumlandı. İşte bu yorumun zaferi demek olan 70-71 seferiyle de Napolyon ve Fransız imparatorluğu aşağı yuvarlandı.

İşte o zamandan itibaren “Osmanlı Milleti” siyasi hareketi, tek güçlü dayanağını kaybetmiş oldu.

İşte bu olay, Mithat paşa yukarıda adı geçen iki vezirin, bir dereceye kadar takipçisi idiyse de, onların kine oranla daha karışık ve pek kısa vadeli olmuştu.

Ve Mithat’ın eserinin dava takipçileri olan şimdi ki Genç Osmanlıların programları, bir hayli belirsiz olduğundan, Osmanlı Milletinin oluşma hayalinin, Fransız imparatorluğuyla beraber ve onun gibi tekrar dirilmemek üzere yok olduğuna hükmedilse, hata edilmemiş olur, düşüncesindeyim.

***

“Osmanlı Milleti” siyasetinin başarıdan uzak olması üzerine, İslamiyet politikası ortaya çıktı.

Avrupalıların Panislamizm dedikleri bu fikir, son zamanlarda Genç Osmanlılıktan, yani Osmanlı Milleti oluşum siyasetine kısmen ortaklık eden fikirden doğdu.

Önceleri, en çok “vatan” ve “Osmanlılık” (yani vatanda yerleşik bütün halklardan oluşan bir Osmanlılık) sloganlarıyla işe başlayan, Genç Osmanlı şair ve siyasetçilerinin birçoğunun ortak paydaları “İslamiyet” oldu.

Avrupa içinde bulunmak, batı fikrini yakından görmek, onların bu öğütlere verdikleri en güçlü sebeplerdi.

Bahsettiğimiz kişiler doğuda bulundukları zaman, düşüncelerini on sekizinci asır siyaset felsefesi ve sosyolojisiyle doldurmuşlardı. (İçlerinden birisi Russo (J.J. Rousseau) eserleri çevirmeniydi)  

Ve fakat soy ve din önem derecesini tamamen idrak edememişlerdi.

Ve özellikle yeni bir millet oluşumu için, zamanın çok geçtiğini, Osmanlı Devletinin hâkimiyetinde bulunan çeşitli unsurların menfaatleri değilse bile, isteklerinin böyle bir birleşme ve kaynaşma uygun olmadığı ve bundan ötürü Fransız milli kuramcılığının, doğuda uygulamasının imkânsızlığını tamamen anlayamamışlardı.

Avrupa’da iken, Memleketlerinin genel halini, uzağa göre daha yakından gözlemlemeye, din ve ırkın, doğu için gittikçe artan siyasi önemini ve bu bakışla, Osmanlı Milleti oluşturma isteğinin boşunalığının farkına varmaya, başarılı oldular.

Artık, kullanılabilir bütün gücü İslam unsuruna verip (öncelikle Osmanlı toprakları, sonra bütün yeryüzünde ki) soy farklılığına bakmadan, din ortaklığından yarar sağlayarak, tamamen birleştirmek.

Her Müslümanın küçük yaşta ezberlediği “Din ve Millet birdir” kuralını özümsemeye, bütün Müslümanları son zamanın, millet kelimesine verdiği anlam ile bir “millet-i vahide” durumuna koymaya çalışmak gerekliliğine ikna oldular.

(Bu siyaset birkaç asır evvelde, Osmanlı hükümeti tarafından takip olunmuştu. Yıldırım Beyazıt, Fatih Sultan Mehmet ve Sokullu Mehmet Paşa bu fikre hizmet etmişlerdi. Yavuz Sultan Selim’in, İslam dünyasını birleştirme arzusu, hemen her hareketinde gözükmektedir. Lakin o zamanlar bu makalenin zemini dışındadır)

Bu görüşün sonucunda, Osmanlı mülkünün sakinleri arasında, çözülme ve ayrışmaya kaçınılmaz olacaktı.

Osmanlı’nın Müslüman vatandaşları ile Müslüman olmayan vatandaşları ayrılacaktı.

Lakin diğer açıdan da kaynaşma ve yakınlaşmaya sebep olacak, bütün Müslümanlar birleşecekti.

Bu yol, geçmişte tutulan yola göre daha kapsamlı, yeni tabir ile alem-şumul/Evrensel(mondiel) olacaktı.

Başlangıçta, sırf göreceli olup, yazılı eserlerde görülmekte olan bu fikir git gide uygulanmakta istenildi.

Abdülaziz’in son devirlerinde “Panislamizm” sözü diplomatik ilişkiler de duyulur oldu.

Bazı Müslüman Asya hükümdarlarıyla, ilişki kurulmaya uğraşıldı.

Mithat Paşa’nın düşüşünden, yani Osmanlı Milleti oluşması fikrinin hükümetçe tamamen terk edilesinden sonra, İkinci Abdülhamit hazretleri de bu siyaseti uygulamaya çalıştı.

Bu padişah, Genç Osmanlıların amansız karşıtı olmakla beraber bir dereceye kadarda onların siyaset çırağıdır.

Hukuk eşitliği ve tam serbestiyet sağlanmış olunsa bile Müslüman olmayan vatandaşların, Osmanlı siyasetinde yer bulamayacaklarını anladıktan sonra; Genç Osmanlılar bu vatandaşlara ve onların koruyucusu olan Avrupa’ya düşmanlıklarını açığa vurmaya başlamışlardı.

Padişahın yürüttüğü siyaset, şu dönüşümden sonra iki genç Osmanlı düşüncesiyle pek büyük bir benzerlik gösterir…

Mevcut hükümdar, “Sultan, Padişah” unvanlarının yerini “halife” din sıfatıyla karşılamaya çalıştı.

Genel siyasetinde “Din, İslam Dini” önemli bir yer tuttu.

Devlet okullarında yürütülen eğitim müfredatında, dinle ilgili olan zaman dilimi, çoğaltıldı.    

Eğitimin temeli, dinileştirilmek istendi.

Dindarlık, takvacılık (isterse şekilci veya ikiyüzlü olsun) Hilafet koruyucusunun gönlüne inen en güçlü aracılar haline geldi.

Yıldız Yönetim Sarayı, hocalar, imamlar, Seyitler, şeyhler, şerifler ile doldu.

Bazı mülki memuriyetlere sarıklılar atanır oldu.

Dine dayanma, belki de hilafet makamına (Hilafet makamından ziyade o makamın bugün ki sahibi bulunan kişiye) bağlılık şiddeti ve kulluk, Müslüman olmayan topluma karşı nefret aşılamak üzere halk arasına vaizler gönderildi.

Her tarafta, tekkeler, zaviyeler, camiler inşa edildi veya tamir edildi.

Hacılar önem kazandı. Hac mevsiminde, Hilafet makamına uğrayan hacılar, Müslümanların imamının(Halife) çeşitli iltifat ve iyiliğine eriştirilerek, gerek kendilerinin gerekse memleketle-rinde ki diğer Müslümanların hilafet makamına gönül bağlılığı oluşturulmaya çalışıldı.

Yakın zamanlarda, Müslüman ahalisi kalabalık olan Afrika içlerine ve Çin diyarına elçiler gönderildi.

Bu siyasetin en sağlam yatırım aracı olması için Hicaz Demiryolu inşasına başlanıldı.

Lakin işte bu politikasıyla Osmanlı Devleti, Tanzimat devrinde terk etmek istediği din devleti (etat-théocratique) şeklini tekrar alıyordu.

Artık serbestlik, düşünce ve vicdan özgürlüğü, siyasi özgürlük, keza eşitliği, Din ve ırk eşitliği, siyasi eşitlik, medeni eşitliği terk etmeye, mecbur kalıyordu.

Dolayısıyla Avrupa tarzı meşruti yönetime veda etmek, devlet vatandaşları arasında sınıf ve din farkı toplum düzeninde hissedilerek, öteden beri mevcut olan kin ve kutuplaşmanın artmasına ve bunun sonucu olarak ayaklanma ve isyanların çoğalmasına ve Avrupa’da Türk karşıtlığın şiddetlenmesine katlanmak durumunda kalıyordu. (amacım yanlış anlaşılmasın, farklı unsurlar arasındaki düşmanlığın ve Avrupa ile Osmanlı Devleti arasındaki anlaşmazlıkların çeşitli sebepleri vardır. Yukarıda söylenen, bu çeşitli sebeplerden sadece birini oluşturur) gerçekten de öylede oldu.

Irk üzerine dayandırılan bir Türk Milliyetçiliği siyaseti oluşturma fikri pek yenidir.

Gerek şimdiye kadar Osmanlı Devletinde, gerekse gelmiş geçmiş diğer Türk devletlerinin hiç birisinde bu fikrin var olmuş olduğunu düşünmüyorum.

Cengiz ve Moğolların taraflı tarihçisi Léon Cahun, o büyük Türk hanının, bütün Türkleri birleştirmek amacıyla Asya’yı baştanbaşa fetih ettiğini yazıyor ise de bu iddiasının belge geçerliliği hakkında bir şey diyemem.

Tanzimat ve genç Osmanlı hareketlerinde de “Türkleri birleştirmek” fikrinin varlığına dair hiçbir ize rast gelmedim.

Bilmem merhum Vefik Paşa, lehçesiyle, saf Türkçe yazmak arzusuyla bu yüksek hayal arkasında biraz olsun dolaşmış mıdır?

Şu kesin ki, son zamanlarda İstanbul’da Türk Milletini arzu eden, siyasi olmaktan daha çok, ilmi bir sınıf ortaya çıktı.    

Bu sınıfın oluşumunda, Osmanlılarla Almanların ilişkilerinin artmasının, Alman diline ve doğal olarak Almanların genel tarih ve dili hakkında araştırmalara, Türk gençlerinin ilgili olmalarının hayli etkisi olmuştur sanıyorum.

Çünkü bu gençlerin olduğu ortamlar, Fransız takipçilerinde olduğu gibi, bazı hafif ve hitabet edebiyatı ve siyasetinden çok, ağzı sıkı, sabırlı, ince eleyip sık dokunmuşlukla, elde edilmiş bir ilim yazısı mevcuttur.

Şemseddin Sami, Necip Asım, Veled Çelebi ve Hasan Tahsin, ‘Türkçe Şiirler’ adlı derginin yazarları, bu toplanmışlığın gözle görünen parçası olup, ‘ikdam’ adlı gazete bir dereceye kadar fikir yayıcılarındandı.      

Mevcut hükümetin bu yapıya iyi bakmamasından olacak ki hareketleri pek yeterli olmuyordu. (Yanılmıyorsam Türk Tarihi’nin ikinci cildinin yayınlanması için, Hükümet Necip Asım’a izin vermedi)

Osmanlı topraklarının İstanbul’dan başka yerlerinde, bahsi geçen fikirlerin taraftarı olup olmadığını bilmiyorum.

Lakin Türklük siyaseti de, tıpkı İslam siyaseti gibi geneldir. Osmanlı sınırları ile sınırlanmamıştır.

Buna karşılık Türklerin yaşadığı diğer noktalara da göz atmak gereklidir.

En çok Türklerle yerleşik Rusya’da, Türklerin birleşmesi fikrinin pek belirsiz bir şekilde hayat bulacağına inanıyorum.

Henüz doğmuş İdil Edebiyatı, Müslüman olmaktan çok Türk’tür.

Dış baskılar olmasa, bu fikrin kolaylıkla ve hızla büyümesi, Osmanlı memleketinde uygulanabilirliği orta düzeydedir.

Türklerin en yoğun bulundukları Türkistan ile Yayık ve İdil havzaları olurdu.

Kafkasya Türklerinde de bu fikir var olsa gerek. Azerbaycan’a Kafkas fikir etkisi olmakla beraber, Güney Azerbaycan Türklerinin ne derecelere kadar “Türk Birleşmesi” taraftarı olduklarını bilmiyorum.

Ne olursa olsun, ırka dayalı bir milliyet siyaseti fikir keşfi henüz pek turfandadır, pek az bilinmektedir.

-II-

Şimdi bu üç siyasetten hangisinin faydalı ve uygulanabilir olduğunu araştıralım.

Faydalı dedik, lakin kime ve neye faydalı?

İlkin bütün insanlığa denebilir.

Bu halde insanlığın menfaatine hizmet eden kuram ve yahut Siyaset kuramı tarifi ve sonra o kuram ve kuramın belirli ve sınırlı bir kısım insanlık uygulamasında da genel insanlığın yararlanacağını ispat etmek ve daha sonra anlattığımız üç fikirde bir veya birkaçının, gençlerin koşullarını da içine alan fikri meslek veya uğraş ile aynı aitliği göstermek gereklidir.

Bu ise sanmam ki şimdi mümkün olsun; zira sözü geçen koşulları içeren eden ekol veya siyaset ekolleri, insanlık kültüründe yer bulamamıştır!

Yukarıda ki usulü takip etmeyip de üç ekolden bir veya birkaçının Osmanlı, Müslüman veya Türklere uygulamasıyla genel insanlığa yarar ispatına kalkışılsa, metod eksikliklerinden dolayı sonuç pek çok hatalı olur.

Çoğunlukla toplumsal siyasi önemde olan bu hata metodunun kontrolü güzel kullanılmış olsa da, gerçekte bir çeşit safsata olduğundan vazgeçiyorum.         

Meseleyi biraz çerçeveleyelim “bir insanlık kurulu oluşmuş” diyelim.

Yine de genel bir konuya çatıyoruz: belli bir oluşumun çıkarı neden ibarettir?

Buna cevap vermeden, filan veya falan siyaset ekolünün, filan oluşuma faydalı olduğu durum olmaz.

Malum bir oluşumun çıkarının neden ibaret olduğunu görmek bir siyaset meselesidir, yani “siyaset” denilen ve henüz konu ve usulü kesin olarak tekrar edemeyen tamamlanmayan bir ilmin düşündüren meselesidir.

Siyaset ilminin konusu hakkında, şeklen tümden gelen ve tüme varan taraftarları arasında, henüz münakaşa ve çekişme sürmektedir.

“Birinciler derler ki siyasi kuramlar sırf düşüncedir(Idéal) bahsi geçen kuramlar tıpkı matematik gibi peşinen sonuca varır, hükümet yetkilileri iş bu kuramları, mimarın geometrik kuramları uygulaması gibi, topluma uygulamakla sorumludur.

İkinciler ise toplumun kabul ettiği kuramları içselleştirdiklerinden, çoğalma ve olgunlaşmaları ile açıklarlar. Bu bakışla siyaset ilmi insani hareketlerin bir hayale ulaşmak için amaç belirtmesinden boşa bakılmaksızın, olaylardan, tarih kuramından ve toplumsal çıkarımdan, vasat, hareketli, kuruntulu, zorluğu gözden kaçırmamaya çalışmalıdır” derler.

Siyaset ilminin metodunda olan bu anlaşmazlık onunla ilgili konuların çoğunluğunda kesin bir hüküm vermeye engel oluyor.

İnsan topluluklarının asıl çıkarları, sosyolojiyle ilgili pek çok konuşulan konuya, davet olduğu halde henüz netleşmemiş konulardır.

Bu insani duruşla beraber, her toplum kendi çıkarını elde etme ümidiyle gerçekten daimi dönüşüm halindedir.

Yani söz edilen toplum meselesi, amaçsal olarak her zaman ve her yerde hallolmaktadır. 

Bu sürekli değişim esnasında “çıkar” diye oluşturulan şey hayattır.

Hayat ise daima güçlü olduğundan, hayatın varlığı gücün şeklini oluşturur.

Demek oluyor ki her toplum yaşam çıkarını; yani kazanç ve gücünü artırma kuvvetinden buluyor.

Bu bakımdan toplumlar arasında kâinatın varlığı peşinde koşan bütün unsurlar arasında olduğu gibi bir sürekli ateşli söylemler görülüyordu.

Biz de bu durumu kabul etmek mecburiyetindeyiz: her toplumun çıkarı, varlığındadır. Bundan dolayı da kuvvetli olmaktadır.

Lakin hangi toplumun yararına çalışmalıyız?

Bu sorunun mantıki bir cevabı verilemez.

Doğrusu neden Türkler ve Müslümanların faydasına hizmet edelim de, örneğin Slavlar ve Ortodokslar çıkarına uğraşmayalım.

Özellikle bir toplumun faydası, sık hallerde, diğer birisinin zararıyla ayakta durduğundan, hangi uygun bir sebebe dayanmak ile insanlığın bir kısmına zarar vermekten haklı olduğumuzu gösterebiliriz.

Bahsi geçen soruya cevabı ancak doğamızın gereği tanımı diğeriyle aklımızın henüz anlamlandıramadığı, hak vermediği, hissimiz bahşedebilir: Ben Osmanlı ve Müslüman bir türküm, dolayısıyla Büyük Osmanlı Devleti, İslamiyet ve Bütün Türkler çıkarına hizmet etmek istiyorum.

Lakin siyasi, dini ve soysal olan bu üç topluluğun çıkarları ortak mıdır?

Yani birisinin kuvvetlenmesi, diğerlerinin de kuvvetlenmelerine sebep olur mu?

Osmanlı Devletinin çıkarı, genel Müslüman ve Türklerin çıkarına aykırı değildir: zira tebaası olan Müslümanlar ve Türkler onun kuvvetlenmesiyle kuvvetlenmiş demek olduğu gibi, diğer Müslüman ve Türkler dahi görünen bir güç bulmuş olur.

Fakat İslam’ın çıkarı Osmanlı Devletinin ve Türklüğün çıkarına tamamen denk düşmez, zira İslam’ın kuvvetlenmesi Osmanlı tebaasından bir kısmının(Müslüman olmayanların) zararına ve bu bakımdan Osmanlı Devletinde hazır bulunanlardan bir parçasının yok olmasına sebep olacağı gibi Türklüğü Müslüman ve gayrimüslim ayrımıyla din merkezli bölünmesine dolayısıyla güçsüzleşmesine sebep olur.

Türklüğün çıkarına gelince, o da ne Osmanlı Devletinin ve ne de İslam’ın çıkarına tamamıyla uygun gelemez. Zira İslam toplumunu Türk ve Türk olmayan bölümlerine bölerek zayıflatır ve bunun sonucu olarak Osmanlı tebaasının Müslümanları arasına da nifak sokup Osmanlı Devletinin zayıflamasına sebep olur.

Bunun içindir ki her üç topluma sahip olan kişi Osmanlı Devleti çıkarına çalışmalıdır.

Lakin Osmanlı Devletinin çıkarı yani güç kazanması, şimdiye kadar var olup anlatımımızın temelini oluşturan üç tarz siyasetten hangisinin takibindedir?

Ve bunlardan hangisi Osmanlı memleketinde uygulanabilir?

-III-

Osmanlı milleti oluşumu, Osmanlı memleketine şimdiki sınırları ile korumak için tek çaredir.

Fakat Osmanlı Devletinin gerçek gücü, sınırları belirli coğrafyasını korumakta mıdır?

Osmanlı milletinin var olması halinde, din ve çeşitli farlılıklara mensup devlet tebaasından, özgürlükçü ve eşitlikçi hukuk üzerine kurulu bir karma millet var olacak ve bunlar sırf vatan ve millet fikriyle birleşerek din hayatı ve kavmiyetten kaynaklanan uyuşmazlıklardan uzak ve söz ayrılıklarına imkân kalmayacak.

Bu sırada Rumlar, Ermeniler gibi Türkler, Araplarda eriyecek…

Osmanlı devletinin kurucusu olan Osmanlı Türkleri, ilk savaşçısı Osman Bey’in adını, vatan ve millete atfetmek ve bilhassa analarının, babalarının desteğiyle vücuda gelen imparatorluğun daha çok parçalanmadığını görmenin manevi hoşnutluğunu yeterli bulacaklar. Belki Osmanlı unvanından da uzak kalacaklardı.

Çoğunluğu eski bağlı milletlerden (Müslüman ve Gayrimüslim) oluşmuş bu özgür devlette çoğunluğun isteğiyle, eskiden beri bağlılık gösteren Osmanlı unvanı ortadan kaldırılacak.  

Böyleyken Osmanlı Türkleri uzun bir geçmişten beri yürüttükleri güç etkisiyle, belki belli bir gelecekte de memleket üzerinde ki maddi güçlerini devam ettirebilirler.

Lakin atalet hissinin, toplum öneminde ki bu yansıması diğer vatandaşların konularında olduğu gibi pek az sürer.

Osmanlı Milletinde bulunacak diğer Müslümanlara gelince: çoğunlukları oluşturacaklarından, memleketin idaresinde bütün hâkim gücün, onların eline geçmesi ve bundan dolayı manen ve maddeten, İslam’ın iş bu farklı birleşiminde, bu fayda resmedilse de Osmanlı Milletinde dini ayrışmanın kalkmamış, hakiki bir eşitliğin vücut bulmamış, farklı unsurların cidden erimemiş olduğunu düşünmüş oluyoruz.

Osmanlı Milleti’nin var olmasında ona dâhil olacak Türk ve Müslümanların büyüme ve güçlenmesi artmayacak demek, Osmanlı Devletinin gücü eksilecek demek değildir.

Esasen asıl konumuz devletin gücünde idi.

Bu güç elbette artacaktır.

Muntazam, sıkı, Moda’da popüler olan söylence ile “Bloc” oluşturan bir millet kavramı, daimi bir anlaşmazlık ve çekişme halinde bulunup,   bozulmakta olan kaotik bir devlet anlayışından (anarchique) şüphesiz daha kuvvetlidir.

Lakin asıl önemli konu, cins ve dine mensup olup şimdiye kadar aralarında bozuşma ve sözlü münakaşa hiç hali kalmayan unsurun şimdiden sonra, birleşme ve kaynaşmalarının mümkün olup olmamasıdır.

Yukarıda görüldü ki bu yoldaki tecrübe, başarısızlıkla son bulmuştur. Bundan sonra başarının olanaklı olduğunu anlamak için, geçmiş tecrübelerin başarısızlık sebeplerini tek tek gözden geçirelim.

  • Bu birleşme ve kaynaşma, Müslüman ve özellikle Osmanlı Türkleri istemiyordu. Zira altı yüz yıllık hâkimiyetleri hukuken bitecek ve onca yıl bağlı görmeye alıştıkları Müslüman olmayanlarla eşit olacaklardı.

Bunun en yakın ve en maddi sonucu olarak, o zamana kadar adeta tekellerine aldıkları memuriyetleri ve askerlik görevlerine, Gayrimüslim vatandaşları da ortak ettirmek istemeyeceklerdi.  

Diğer bir ifadeyle bir dereceye kadar, az zor ve kavim soyluluğu şerefi düşünülen bir çalışma alanı yerine, alışık olmadıkları hatta hakir görüldükleri sanayi ve ticarete meyletme eğilimi gösterecektiler.

  • İslam istemiyordu, çünkü taraftarlarını pek maddi ve insani bir bakışla gözeten bu din, Müslüman ve gayrimüslimin hukuk eşitliğini kabul etmez, Müslüman olmayanları ikinci kademede bırakıyordu.

Özgürlüğe gelince, en temiz yol olan din mensupları hürriyetperver olmakla beraber, din bulunması değeriyle en iyi insan olma yolu olduğundan, mutlak şüphesizlikten ibaret, esas ve kuralları doğru yola uygun görecek ve dolayısıyla insanın mutluluk ortaya koyma amacıyla tam özgürlük düşüncesini ve vicdanını kabul edemezdi.

  • Müslüman olmayan vatandaşlarda istemiyordu, zira tamamının son zamanlarda ki ilerlemeleriyle abartılan geçmişleri, bağımsızlıkları ve yönetimleri vardı.

Müslümanlar ve özellikle Türkler o bağımsızlığı bitirmiş, o yöneticileri mahvetmişti.

Osmanlı hâkimiyeti altında ise, iddialarına göre, çoğunlukla adalet değil zulüm, eşitlik değil hakaret, rahat değil azap görmüşlerdi. Malları, hatta haysiyet ve namusları bile bazen ayaklar altına alınmıştı…

Miladi ondokuzuncu asır, bir taraftan bunlara geçmişlerini, durumlarını, haklarını, milliyetlerini öğretti, bir yandan da güçlüleri Osmanlı Devletini zayıflattı. Bir derecede ki bağlı arkadaşlarından bazıları, özgürlük bile kazandı.

Bu dönemde zayıflamış olan güçlüleri, mecburen ve fakat sürekli, kararsız adımlarla dostluk eli uzattılar.

Hâkimiyeti arada bölmek, hukuku birleştirmek istediler.

Doğru bakışları, çoğunlukla güçlülerinkinden açık bulunan bu kuvvetlenmiş bağlılar, uzatılan ellerden bazıları pek samimi ve sadık olduğunu çok iyi bilmekle beraber, iş bu yeni siyasette batının tesirini, Osmanlı devletinin vücudunda şahsi çıkarlarını gören bazı batılı düşmanlar zorlamaları da gözden kaçırmadılar.

Belki bazılarının çıkarı Osmanlı milletinin oluşumunda idi. Lakin onlarda soğuk akıllarından çok heyecana gelen hislerine uyuyorlardı. Hiçbirisi ama hiçbiri geçmiş bağımsızlıklarının celladı kabul ettikleri bir kavim ile beraber onunla karışarak eriyerek büyük bir millet çıkarmaya razı değildi.

  • Osmanlıların büyük düşmanı Rusya ile onun hizmetçisi ve yolbaşçılığını yaptığı Balkanların küçük devletleri istemiyordu.

Zira Rusya boğazlara, Anadolu ve Irak’a, İstanbul ve Balkanlara, Mukaddes topraklara sahip olmak, böylece, siyasi, milli ekonomi ve din amacına erişmek peşinde idi.

Boğazları elde etmekle donanmasına Karadeniz gibi saklı ve büyük bir liman elde edecek, uluslararası en önemli sınırlı ticaret yollarından Akdeniz’e serbestçe çıkacaktır. Ve sonra o sağlam pusudan istediği zaman atılarak zamanımızın Hint kervanlarıyla onların koruyucusu olan İngiliz deniz ticaret ve savaş yollarına saldırı ile Birleşik Krallıkların en zengin sömürge yollarını kesebilecek, kısaca öteden beri göz diktiği Hindistan’ı, batı tarafından bir derece daha kuşatılmış olacaktır.

Anadolu’ya sahip olmakla dünyanın en verimli ve bereketli bir coğrafyasını kontrolü altına alacak. Irak’a kadar sarkarak bütün Batı Asya’yı eline geçirdiği gibi Hindistan’ın batı kapılarına kadar dayanmış olacak. Ve belki uzaktan uzağa ta o zamanlar belirlenen Rusya ve İngiltere’nin İslam Toplumuna ve dolayısıyla İslam’ın kutsal toprakları hakkında ki rekabetlerinde de kendi faydasına dengeleri bozacak, kısaca Boğazlar ve Osmanlı Asya’sının önemli bir kısmını elde etmekle, Rusya büyük siyasi ve ekonomik sonuçlar elde edecektir.

Balkanları, İmparatorluğunu vasi ilan ederek, ilhak ile kuzey ve güney Slavlarını birleştirecek. Böylece Ayasofya Kubbesine haç dikerek Ortodoksluğun yeniden dirilmesini yani Rusların dinlerinin çıkış yerinin, Kamame Mescidinin  (Ortodokslarca kutsal sayılan Kudüs’te bulunan bir kilise)yönetimini eline alacak. Hristiyanlık kaynağını memleketinde saygın kılacak, bu şekilde hemen bütün aşırılıkla dindar tebaasının heyecanlı bir kalple diledikleri en yüksek amaçlarını, bir din amacı ve ruhlarını ortaya çıkaracaktı.

Bu amacın kolaylıkla ortaya çıkması, Osmanlı Devletinin güçsüzlüğüne, Osmanlı tebaasında sürekli bir ayrılık ve çekişme halinde bulunmasına bağlıydı.

Dolayısıyla Rusya asla bir Osmanlı Milleti birleşimine rıza göstermezdi.

O zamanlar henüz siyasi hayatını kazanmış Sırp ve Yunan devletleri ise Türk boyunduruğu altında kalan millettaşlarını artırmak isterlerdi.

Bunun için de Osmanlı tebaasında ayrılık halinde bulunması çıkarları için gerekliydi ve ona da çalışırlardı.

  • Avrupa toplum düşüncesinin bir kısmı da istemiyordu. Zira Avrupa toplum düşüncesi oluşturanların bazıları hala Müslümanlık-Hristiyanlık din ayrılığından, Haçlı dünyasının savaşları adetlerinden kurtulamadıklarından, Hristiyanları İslam hâkimiyetinden kurtarmak, haçın en küçük bir noktasını bile hilal altında bulundurmamak, Kendi dinlerinden olmayanları, Avrupa toprağından, Hristiyan dünyasından sürüp çıkarmak arzusunda idi.

Bazıları ise sırf insaniyet ve bilimlerin bakış açısıyla değerlendirerek her türlü ilerlemeye uygun milletleri, yarı barbar, zulümkâr, savaş ve çekişmeden başka becerileri görünmeyen Turaniler boyunduruğundan kurtarmak ve bu sonrakileri geldikleri Asya çöllerinde kovmak isterdi.      

Lakin çoğunlukla bu iki fikir birbirine sıklıkla karıştırılır ve hangisinin hangisinden doğduğu anlaşılmayacak kadar düzensiz bir halde ortaya çıkardı.

Demek ki “Osmanlı Milleti”’ni Osmanlı Devleti içerisindeki bütün milletlerin isteği dışında, dış tesirlere rağmen, Osmanlı hükümetinin başında bulunan birkaç kişi, bazı Avrupa devletlerine (Özellikle Üçüncü Napolyon Fransa’sına) dayanarak ortaya çıkaracaklardı…

Bu iş imkânsız denecek kadar zordu. Başta bulunan kişiler, aydınlardan ibaret bulunsa, yine bunca engellemelere göğüs gerebilmeleri çok az muhtemeldi. Gerçekten iş başarısızlıkla bitti.

Bahsi geçen mani gelen konular o zamandan beri hiç eksilmedi. Arttı, büyüdü. Abdülhamit’in İslam Siyaseti, Müslüman ve Müslüman olmayan arasındaki anlaşmazlık ve ayrışmayı artırdı.

İslam’ın, Müslüman olmayanlara karşı alçaltıcı olan siyasi kuralları kabul oldu. Gayri Müslim tebaanın bir kısmı daha fazla özgürlük kazanarak, diğerini iyice yüreklendirdi.

Rusya’nın gittikçe kuvvet ve şevki arttığından Osmanlı devletine olan etkisi arttı.

Sırp, Yunan, Yahudi, Karadağ, Bulgar ortaya çıktı.

Avrupa düşüncesi daha çok Türkler aleyhine döndü. Osmanlı Milleti siyasetinin en kuvvetli savunucularından Fransa-Paris anlaşması devrindeki gücünü azaltarak, Rusya’nın yardakçısı oldu.       

Özetle, iç ve dış memlekette bu siyasete tamamen başarısız bir ortam ortaya çıktı.

Bundan dolayı düşüncem, Osmanlı Milleti ortaya çıkarmak ile uğraşmak, boşuna bir çabadır.

***

Şimdi İslam Birliği politikasının Osmanlı Devletine yararlı olup olmadığını, uygulanabilir olup olmadığını analiz edelim.

Yukarıda kısaca anlatıldığı üzere bu siyasetin uygulanması halinde Osmanlı Tebaası arasında dini ayrım ve düşmanlığın artması, böylece gayri müslim tebaa ile onların çoğunlukla yerleşik oldukları memleket topraklarının kaybı ve dolayısıyla Osmanlı devletinin kuvvetinin azalmasına sebep olacaktır.

Bundan başka, genellikle Türkler arasına, Müslüman ve gayrimüslim farkı girecek, cinsiyetten dolayı kardeşlik, din ayrılığı yüzünden bozulacaktı.

Bu huzursuzlukla beraber, Osmanlı Devleti yönetiminde ki bütün Müslümanlar ve dolayısıyla onun bir parçası olan Türkler pek güçlü bir birleşme ile sımsıkı birleşeceklerdi.  Böylece cins ve din ayrılığından kaynaklı “Osmanlı Millet” ine ölçüsünden daha sıkı ve bu sıkılığı derecesiyle, mülkçe, sayıca, arazice, servetçe, olan eksikliklere rağmen daha kuvvetli bir heyet, İslam heyeti oluşturacaklardı.

Daha önemlisi, yeryüzünde ki bütün Müslümanların gittikçe kuvvetlenmek üzere birleşimi ve böylece Anglo-Sakson, Germen, Slav, Latin belki sarı ırk birleşimiyle ortaya çıkacak büyük kuvvetler arasında vücudun şeklini koruyabilecek din üzerine dayanan bir kuvvetin meydana gelmesinden hazırlanacaktı.

Bu yüksek amaca ulaşıncaya kadar, şüphesiz hayli zaman geçecek, ilk devirlerde sadece henüz mevcut manevi temas ile takviye olunarak, gelecek heyetin ancak belirsiz bir taslağı yapılacak ve fakat gitgide hatları daha çok belirecek, şekli yerleşecek ve belirecektir. Kabul edilebilir, kesin ve henüz bahsi geçen büyük, korkunç manevi kimlikler ile boy ölçüşebilmeye yeteneklidir. Asya’nın büyük bir kısmıyla, Afrika’nın yarısından fazlasına hakim manevi bir kimlik yaratılmış olacaktı.

Lakin bu siyaset tarzının Osmanlı Devletinde başarıyla uygulanması mümkün müdür?

İslam, siyasete ve toplumuna çok önem veren dinlerden birisidir.   

İslam’ın esas kurallarından birisi de “Din ve Millet” birdir ilkesidir.

İslam, iman eden kimselerin cinsiyet ve milletlerini bitirir, dillerini kaldırmaya çalışır, geçmişlerini adetlerini unutturmak ister. “İslam kuvvetli bir değirmendir ki çeşitli cins ve dindeki kişileri öğütüp, dinen, cinsen bir, aynı hukuka sahip ötekisinden farksız Müslümanlar çıkarır.

İslam’ın ortaya çıkışından beri düzenli bir siyasi yapılanması vardır. Anayasa Kuran’dı. Resmi dil Arapçaydı.  Seçkin bir lideri, kutsal bir başkanlık merkezi vardı.

Lakin diğer dinler tarihinde görülen değişimler, İslam’da bir dereceye kadar gözlemlenir.

Irk etkisi ve çeşitli olaylar sonucu, dinin oluşturduğu birleşik siyaset anlayışı kısmen bozuldu.

Hicret’ten henüz bir asır geçmemişti ki Arap ve Fars milliyetleri farklılıkları, Emeviye ve Haşimoğulları hanedanları arasında oluşan karşılıklı nefret tarzında oluşan belirme, İslam bütünlüğünde kapanması zor bir yara açılmasına sebep oldu.

Sünni ve Şii farklılaşma çabasını ortaya çıkardı.

Daha sonraları Arap ve Fars unsurların unsurlarına, Türk, Berberi ve diğerleri gibi çeşitli unsurlar daha karıştı.

Bunlar, İslam’ın düzeltme, birleştirme ve yansıtmada ki şiddetine rağmen, Millet anlayışlarında ki kendilerini koruma güdülerinden dolayı, kısmen koruyabildiklerinden, İslam’da bütünleme düşünce ve siyaseti daha çok bozuldu.

Doğuda tıpkı batıda olduğu gibi derebeylikler ortaya çıktı.

İslam başkanlık makamı olan Halifelik, gücünü bir dereceye kadar korumakla beraber, güçlü İslam toprağının her tarafında türeyen küçük küçük ve uzun ömürlü olmayan emirlikler, saltanatlar, şahlıklar, padişahlıklar ile parça parça oldu.

Çok geçmedi İslam Halifeliği ikileşdi hatta üçleşti.

Resmi dil ve dinde birlik kaybolup gitti.

Farsça, Arapça kadar hak iddiasına kalkıştı.

Bir zaman geldi ki İslam kuvveti, küçük bir noktaya doğru inmeye başladı.

İslam memleketlerinin bir kısmı, git gide büyük bir kısmı, dörtte üçünden fazlası, Hristiyan düşmanların hâkimiyetine geçerek, İslam birliği tamamen bozuldu.

Yakın zamanlarda ise batı düşünce etkisiyle, İslam’ın isteğine rağmen tamamen silemediği kavmiyetçilik, milliyetçilik çok hızlı kendini göstermeye başladı.

Kuvvetine zarar veren bunca olayla beraber, İslam halen çok güçlüdür.

Müslümanlar arasında, dinlerine karşı şüphecilik veya daha kötüsü imansızlık henüz girmemiş denebilir.

İslam’ın hemen bütün fertleri, din yolunda bütün fedakârlığı göze alacak, uysal, din heyecanıyla coşkulu, dini bütün kimselerdir.

Bazı Müslüman devletlerin anayasası, İslam şeriatından ayrılmakla beraber, temeli yine İslam Şeriatıymış gibi gösterilmektedir.

Halen Arapça, İslam dininin tek dilidir. Hatta birçok yerin Müslümanları için Bilim, Edebiyat, dilidir de. Halen İslam medreseleri (istisnalar dışında) Arapça dilinde eğitime devam etmektedir. Özetle İslam Medeniyeti, bütünlük öncesiyle, devam ediyor denebilir.

Hala her Müslüman, Türk veya İraniyim demekten önce “Elhamdülillah Müslüman’ım!” diyor.

Hala İslam dünyasının büyük bir çoğunluğu, Osmanlı Türkleri Hakanını İslam Halifesi olarak tanıyor.

Hala Müslümanlar günde beş defa yüzlerini Şerefli Mekke’ye çeviriyor ve Allah’ın Kâbe’sine yüz sürüp Hacer’ül Esved’i öpmek için, olgun bir heyecan ve yarışla, etrafında binbir zorluğa katlanarak koşuyorlar.

Hiç korkmadan tekrar edebilirim ki İslam hala güçlüdür, İşte bu yüzden “İslam Birliği” siyasetinin uygulaması, dış mihrakların tesirinden az etkilenir.

Lakin dış etkiler oldukça güçlüdür.

Doğrusu, bir taraftan İslam düşmanlarının hepsi, Hristiyan devletlerinin yönetimi altındadır.

Diğer taraftan, bir iki istisna dışında, bütün Hristiyan devletleri Müslüman tebaayı yönetmektedir.

Kontrol altında tuttukları Müslümanların, hatta kuvvetlice bir manevi aracı olsun, sınırları dışında ki siyasi merkezleri dışındakileri, gelecekte önemli sonuçlar çıkabilecek genel fikir hizmetlerini, çıkarlarına uygun gördüklerinden, oluşuna her şekilde engel olmak isterler ve bütün İslam devletleri üstünde söz geçirme ve iktidarları sayesinde bu istediklerini yapabilirler.

Bundan dolayı zamanımızda en kuvvetli İslam Devleti olan Osmanlı Devletinin bile ciddi bir şekilde “İslam Birleşmesi” siyasetini uygulamaya kalkışması, belki de başarılı engeller çıkarırlar.                  

***

“Türk Birliği” siyasetinde ki faydalara gelince, Osmanlı memleketinde ki Türkler hem dini hem ırki bağlılık ile çok sıkı, sadece dini olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş diğer Müslüman unsurlara daha çok Türklüğü özümseyecek ve henüz özümsememiş ve fakat henüz milli idraki bulunmayan unsurlarda Türkleştirilebilecekti.

Lakin asıl büyük yarar, dilleri, ırkları, adetleri ve hatta çoğunlukla dinleri bile bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmıyla Avrupa’nın doğu tarafına yayılmış bulunan Türklerin birleşmesiydi.  Ve böylece diğer büyük milletler arasında, kendini korumayı bilecek azme sahip bir siyasi milliyetçilik oluşturmalarına hizmet edecek ve iş bu büyük oluşumda Türk topluluklarının en güçlü, en ileri, en güveniliri olduğu için, Osmanlı Devleti en önemli rolü oynayacaktı.

Son anlatımın, düşünceye getirdiği bu uzak gelecek gerçekleşecek. Beyazlar ve sarılar dünyası arasında bir Türklük dünyası ortaya çıkacak ve ortalama dünyada Osmanlı devleti, Japonya’nın sarılar dünyasında başarmak istediği görevi yerine getirecekti.

Bu faydalara karşılık, Osmanlı memleketlerinde yerleşik olupta Türk olmayan ve Türkleşmesi de mümkün olmayan milletlerin Osmanlı Devletinin elinden çıkması ve İslamiyet’in, Türk ve Türk olmayan Müslümanlar diye ciddi bir ilişkisinin kalmaması lazımdır.

Türkleri birleştirmek politikasının uygulamasındaki iç zorluklar, İslam Siyasetine göre daha fazladır.

Her ne kadar batının tesiriyle Türkler arasında milliyetçilik fikri girmeye başlamış ise de yukarıda söylendiği gibi bu olay henüz çok yenidir.

Türklük düşüncesi, Türk edebiyatı, Türkleri birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş bir çocuktur.

İslamiyet’te gördüğümüz o kuvvetli teşkilattan, o çok yaşam ve heyecan duygusundan, özetle sağlam bir birleşmeyi ortaya getirebilecek malzemeler ve materyallerin hemen hiçbirisi Türklükte yoktur.

Bugün çoğu Türkler, geçmişini ve adetlerini unutmuş bir halde bulunuyorlar.  

Lakin şu unutulmamalıdır ki zamanımızın birleşmiş Türklerin büyük bir çoğunluğu Müslümandır.

Bu bakımdan İslam dini büyük Türk Milletinin oluşumunda önemli bir unsur olabilir, milliyeti tarif etmek isteyenlerden bazıları, hala dine bir lider (facteur) gibi bakmaktadırlar.

İslam, Türklük birliğinde şu hizmeti yapabilmek için, son zamanlarda Hristiyanlıkta olduğu gibi, içinde milletlerin ortaya çıkmasını kabul etmesi bakımından değişmelidir. Bu değişim ise hemen hemen zorunludur da.

Zamanımız tarihinde görülen genel akımları ırklardadır.

Din, din olma haysiyetiyle gittikçe, siyasi önemini, kuvvetini kaybediyor. Toplumsal olmaktan çok kişileşiyor, topluluklarda vicdan özgürlüğü, din bütünlüğü yerine kullanılıyordu.

Din, toplulukların düzenleyicisi olmaktan vazgeçerek, kalplerin rehberliğini ve ışıklığı haline bürünüyordu. Ancak Yaratan ve yaratılan arasında ki vicdan bağlantısı haline geçiyordu.   

Bu sebeple, din ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta hizmet ederek, siyasi önemi ve toplumsallığını koruyabiliyordu.

Dış güçler ise, İslam siyasetine göre daha az kuvvetlidir.

Çünkü Hristiyan devletlerden sadece birisinin, Rusya’nın Müslüman Türk tebaası vardır, bu bakımdan gerekli zarara göre değil, Türklerin birleşmemesine çalışacak yalnız bu devlettir. 

Başka Hristiyan devletlerine gelince ihtimal ki bazıları Rusya’nın yararına karşı olduğu için bu siyaseti destekleyebilirler.

Kaba bir incelemeden şu sonuçlar ortaya çıkıyor. “Osmanlı Milleti” oluşumu Osmanlı Devletini tamamlayan bir fayda ise de uygulanamazdır.

Müslümanların ve Türklerin birleşmesine en uygun siyaset, Osmanlı Devleti hakkında, eşit denebilecek fayda ve sakınca içerir.

Bu halde hangisinin uygulamasına çalışılmalıdır?

“Türk” gazetesinin ismini duyduğum zaman, nihayet beni daima sıkan şu soruya cevap bulacağımı ümit ve isminden dolayı o cevabında Türklük siyaseti olacağını düşünmüştüm.

Lakin gördüm ki “hukuku korunacak Türk”, Hanbalık’dan Karadağ’a, Timur yarımadasından Karalar iline kadar Asya, Avrupa ve Afrika’nın önemli birer kısmını kapsarken bu büyük ırkın fertlerinden herhangi birini Türk’ten saymayıp, sadece Osmanlı Devleti olan Batı Türklerine “Türk” diyorlar. Sadece onları biliyorlar ve hem de miladi ondördüncü asırdan öncesini saymıyorlar. –Fransız bakış açısına göre düşünüyorlar-     

Ve dolayısıyla şu zamanda aynı devletleri, tebaası olup Müslüman ve Müslüman olmayan ve fakat diğer soydan bulunan topluluklara ve dış milletlere karşı sadece onların “hukukunu korumak” istiyorlar.

“Türk” için Türklüğün askeri geçmişi, siyaseti ve medeniyeti sadece Hüdavendigarlardan, Fatihlerden, Selimlerden, İbni Kemallerden, Nefilerden, Bakilerden, Evliya Çelebilerden, Kemallerden oluşuyor, Oğuzlara, Cengizlere, Timurlara, Uluğ Beylere, Farabilere, İbni Sinalara, Teftezani ve Nevailere kadar ulaşmıyor…

Arada sırada İslamiyet, hilafet politikasına da yaklaşır gibi oluyorsa da, birleşebilecek Türklerin hemen tamamı Müslüman olması sebebi ile esasen ortak paydada birleştikleri İslam ve Türk siyasetlerinin, ikisini birlikte değerini artırmak istediği düşünülüyor, lakin bunda da çok kalmıyor ısrar etmiyor.    

Özetle öteden beri zihnimi işgal edip de, kendi kendimi ikna edecek cevabı bulamadığımdan soru, yine önüme dikilmiş cevap bekliyordu.

Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı devleti için daha yararlı ve uygulanabilir?

15 Mart 1904

Zoya Köyü- Rus Çarlığı 

Akçuraoğlu Yusuf


CEVABIMIZ

“Türk” gazetesi yazarlarından, Kemal Bey tarafından yukarıda ki makaleye verilen cevaptır. 26 Mayıs 1904

Önsözde, ilk sayımızda uzun uzadıya ayrıntılarını verdiğimiz halde, gazetemizin esas mesleğine dair bizden yine açıklama istiyorlar.

“Üç Tarz-ı Siyaset” başlığıyla geçmiş sayılarımızda yayınlanan ayrıntılı bir yazıda ise Türklerin Birliği, İslam Birliği, Osmanlı milleti diye niteledikleri çeşitli tutumlardan hangisini desteklediğimizi anlayamadıklarını beyan ediyorlar.

Diğer açıklamaya başlamadan önce, şu beyanata cevap vermek isteriz ki; bizim için Türkü İslam’dan, İslam’ı Türk’ten, Türk ve İslam’ı Osmanlılıktan, Osmanlılığı Türk’ten İslam’dan ayırmak, bir değeri üçe bölmek imkânsızdır. 

Hayalimize gelse bile düşüncemize yerleşmez.

Böyle ayrımları kâğıt üstünde yürütmek, sonra zavallı tarihi, olayların gerçeklerini (çaresizlerin ağzı, dili yok ya)bu şimdi ki kabullere göre zaman zaman, sınıf sınıf, parça parça bölerek, diğer zaman İslam ilerlemesine, yakın zaman Osman Milliyetine, en son kısmı ise Türklerin birliğine içine almak kolaydır, özellikle uygundur, çünkü bir anlamda ilmi bir danışmadır, her halde edebi bir hünerdir.

Şöyle, “Türk” gibi bir gazete tertemiz amacını bu yola sıkıştıramaz. Edemediği içinde gerçeklere daha uygun, olaylara daha uygun bir yol takip eder.

Şu gerçeklikten hepimiz emin olmalıyız ki Padişahlarımızdan, hükümet yetkililerimizden hatta Ulemamızdan, aydınlarımızdan, belki Türkü İslam’dan, İslam’ı, özellikle İslam’ı Türk’ten, Türk ve İslam’ı Osmanlılıktan çok seven, düşünen oldu, Elbette oldu.

Çünkü yaradılış olarak kimimiz dindar, kimimiz özgürlükçü oluyoruz.

Böyle olduğumuzu da durum ve hareketlerimizde gösteriyoruz

Yoksa Hiçbir padişahımız, hiçbir vezirimiz, bilgemiz ne yakın ne de uzak bir geçmişte, hatta ne de bugün, ne İslam birliği, ne Osmanlı milleti ne Türklerin birliği yoluna çalışmadı.

Sultan Mahmut’tan, Reşit Paşa’dan ta Ali ve Fuat Paşalara, Mithat Paşa’ya kadar, bütün o büyüklerin hiçbiri, Bulgar’ı, Rum’u, Sırp’ı, Ermeni’yi, Ulah’ı, Marunî’yi, Keldani’yi Osmanlı milleti yaratılışına sokmak boş hayaline sapmadı.

Çünkü her biri biliyordu ki Fransız Büyük İhtilalinden, Napolyon’un o rengârenk destansı zafer ve eserlerinden, Avrupa’nın o türlü türlü coşkunluklarından sonra uyanmaya, geçmişten geleceğe doğru göz açmaya varlıklarını candan gönülden anlamaya, istemeye balayan bu çeşitli milletleri o öyle Osmanlı Milli birliğine asimile etmeye kalkışmak, genel bir ifadeyle “yangına körükle gitmek” demektir

Akla bile gelmezdi. Fakat Osmanlı hükümet tarzını Avrupa’nın yeni fikirlerine yumuşakça uyumlu bir şekle sokarak, dönemin siyasetini değişmesinden yararlanarak, bütün bu kavimlerin vatandaşlığımız altında kalmasına çalışmak doğal ve uygun olandı.  Öyle de yapıldı.

Daha doğrusu, mümkün olabildiği kadar yapılmaya çalışıldı.

Olayların aslı, bu derece basit, açık iken: “Toplumu aralarında ki din ve soy farkına rağmen ötekisine kaynaştırıp ve özümseyerek Amerika Birleşik Devletlerinde ki Amerikan Milleti gibi ortak vatanda birleşmiş yeni bir Millet, Osmanlı milleti ortaya çıkarmak” çıkarımlarına sapmak, ne yalan söylemeliyiz ki, bize çok garip görünüyor!..

Diğer Padişaha, önceki vezire, o fikri bu niyeti yöneltmek kolaydır.  

Fakat iddia edilen bu şeyleri tarihi delillerle doğrulamak ve ispat etmektir ki bu oldukça zordur.

Aynı dil, aynı amaç, aynı şekilde kurulmuş olan ortaya çıkan Amerikan halkıyla, hükümetiyle, halk ve Osmanlı hükümeti arasında hangi zamanda, hangi yönden olursa olsun, ilişki ve benzerlik olduğunu düşünmek, tarihin bağrına, doğruların havzasına, giremeyen tasarımlarındandır.

Yoksa tarihi alt üst, karmakarışık ederek zorla delil göstermek ilmin ciddiyetine uymaz.

Yine olduğunu düşünelim, Fransa’da III. Napolyon gerçekten millet taraftarıydı. İtalyanların, Almanların milletlerinin oluşmasına çabaladı. Hatta Fransız çıkarlarına aykırı şekilde çabaladı.    

Alman, İtalyan milletleri ortaya çıkar çıkmaz, ilk hamlede Fransızların karşısına dönüverdiler.

Her neyse, o ucube hükümdarın, esasen büyük ihtilalin felsefesinden sızan bu milliyet fikri hem başlangıcı, hem sonu oldu.

Şimdi III. Napolyon’un Osmanlı siyaset gidişine derin bir etkisi olsaydı…

O da devletimizin büyük çöküşüyle, az çok alt tabakamızda yaşayan çeşitli milletlerin ilk emirde Bulgarların, bir dereceye kadar Sırpların, Romanyalıların tam bağımsızlığıyla olabilirdi..

Hatta bir evresi oldu bile…

1858 Konferansıyla memleketin Osmanlı vatandaşlığından sıyrılmasına en fazla o zaman Fransızlar çalıştı.

Sırbistan içinde böyledir. O dönem Fransızlara kalsaydı ta Suriye’nin Marunîlerinden Bulgarlara, Ermenilere kadar bize bağlı millet bırakmaz, bağımsızlıklarına yardımcı olurdu.

Şimdi bu açıklığa rağmen: “Osmanlı Milleti fikri en çok Ali ve Fuat Paşa zamanında gündemdeydi, Fransız kuramının, ümmetin görüşleri ile milletler oluşturmanın temsilcisi III. Napolyon’da bu Batılılaşmış paşalara sırt dayanağı oluyordu” demek tarihi bir parça hırpalamak olur.

Tarih! Tarih! Lakin tarihe gayet dikkatli ve mantıklı olarak bakmalıyız.     

Gelişigüzel tarih olaylarına delil, tarihi şahsiyetler ve olayları şahit getirmek, bilemeyiz ama o mükemmel bilime bir derece saygısızlık olmaz mı?

***

Osmanlı Milleti konusu böyle bir tarafa dursun, İslam birliğine gelince: bu da garip bir betimleme ki hiçbir zaman kuvvetten eyleme geçmedi. Hatta girişimi bile başarılı olmadı.

Şu sebeple ki gerçeklere uygun düşmez, hayale sığmaz boş şeylerdendir.

İslam’ı birleşmeye davet edebilmek için her bir dalga dalga İslam dünyasına hükmeden Fransa, İngiltere, Rusya ve diğer devletlerin tamamına birden meydan okumak, gücünde olmalıyız.

Hatta çoğunlukla bunlara üstün gelmeliyiz.

Hâlbuki biz bu devletlere önceki dönemlerde ki gibi hücum şöyle dursun, korunmak, savunmak için çareler arıyoruz, arıyoruz da bulamıyoruz…

Rumeli’nin Müslümanlarını savunmaya güç sahibi değilken, Hindistan’ın kileri etkilemeye kalkışmak en coşkun bir hayale bile sığmaz rüyalardandır.

Sultanlarımızdan, vezirlerimizden, ediplerimizden, bu imkânsız hayal işine emek veren hangileri oldu?

Göremiyoruz, gerçekten makale sahibine göre bu öncüllerin içinde bir Russo çevirmeni bile varmış ki bu kişi de zavallı Sait Bey olsa gerek!..

Meğer ki Emile’yi çeviren Ziya Paşa olmasın!..

Sait Bey ki, Russo’nun “Ahlakın Üstünlüğü” ’nü Türkçeye kazandırandı.

Başka ufak tefek makaleler, “Çeviri Hataları(Galatat-ı Terceme)” gibi sade eserlerde yazdı…

Lakin hangi sözler, hangi eylemler ile İslam’ı birleştirmeye çalıştı, anlayamadık…

Ziya Paşa’da bile “Hürriyet” ‘den “Harabat” ‘a kadar kolay anlaşılabilir bir şekilde, böyle bir fikre rastlamadık.

Bir Bulgar ile bir Rum’la bir Türk’ü karıştırarak, Fransız, Alman, İtalyan Milleti gibi bir milliyet oluşturmak düşünmeye bile değmez, imkânsız bir emir olduğu gibi zamanımızda Asya’nın, Afrika’nın, Avrupa’nın Müslümanlarını birleştirmek ile bir İslam Devleti oluşturmak görkemli, lakin kuru bir düşüncedir.

Bir düşünceyi öyle Halife unvanını, diğer unvanlara tercih etmek, dine saygısızlık göstermek, önem vermek gibi doğal durumu delil tutarak o padişaha, bu vezire, sonuçta şu fikre dayandırmak doğru bir davranış mıdır? 

Bu devlet adamlarının işi, gücü kalmadı da bu düşünceye mi zaman harcıyorlar?

Buna işaret eden ispat nerededir?

Bu uğurda bir savaş mı açıldı?

Sınırları belirli bir hareket mi yayınlandı?

Bir teşebbüse mi girişildi?

Okullarda din eğitimini artırma, Şam’dan Mekke’ye bir demiryolu inşasına kalkışmak ile öyle gerçekleşmesi imkânsız bir fikir çabası arasında nasıl bir bağlantı olabilir?

Rusya devleti bütün Slavları, Almanya devleti bütün Cermenleri alt bağlılığa alarak Cermen, Slav büyük birliğine götürmeye çalışabilirler, bu kabul edilebilir bir çalışmadır.

Çünkü ortaya çıkması kabul edilebilir bir amaca yöneliktir…

Bütün Slavların, Cermenlerin aralarında mezhepsel yakınlaşmadan, ırk yakınlaşmasından başka, fikirsel, vatansal, coğrafik,  çoğunlukla dil birliği gibi çeşitli bağıntı vardır.

Oysaki dünya Müslümanlarını din dışında birbirine bağlayan bir alaka var mıdır?

Cermenler genellikle Avrupa’nın ortasında, Slavlar ise büyük çoğunlukla Avrupa’nın bütün doğusunda yerleşiktirler.

Bir güç, bir yönetim, bir birleşme altına girebilirler.

Fakat İslam’ın her durumundan başka, bulunduğu yerlerin diğer yerlere karşı kayıtsızlığı, böyle bir düşünce için arı değildir.    

İslam birlikteliği gerçekleri görmediğimiz gibi Türk birleşmesi fikrine de bir anlam katanlardan değiliz.

Neyi, kimi bütünlüyoruz?

Tarih bir tarafa dursun…

Bir kere lütfen coğrafyaya, dünya durumuna, ders alınacak bir şekilde bakılsın.

Türklerin bu şekilde bütünleşmesi için, dünyayı ne kadar alt üst etmek, en azından Rusya Devletini gövdesinden kırmak lazımdır… Düşünülsün.

İlahi, Bir Türk boyu olan Tatarlar yaşadığı Kırım’ı koruyamadık da şimdi bütün Asya’nın Türklerini birleştirmeye mi çalışacağız?

Böyle boş bir hayalin bedeli olarak Türk olmayan vatandaşlarımızı mı feda edeceğiz?

Bu acayip fikrin ortaya çıkaranları kimlerdir?

“Lehçe” ‘de “geldim” ‘i “geldüm” yazmak gibi bir şivesizlik gösterdiği için mi Merhum Vefik Paşa’ya bu hafiflik yükleniyor.

Necip Asım Efendi ise Leon Kahun’un o muğlak fakat gevşek Moğol Tarihini Türkçeye naklettiğinden dolayı mı yoksa “Kaide-i Türkiyye” diye sırf kuru bir inat nedeniyle o “vav” reddiyesini ilave ederek Türkçe ’de bir kuralsızlık gösterdiği için mi böyle bir acayipliğin yüreklisi gösteriliyor.

Fakat Ş. Sami bey aslında Arnavut olduğu için dilen, fikren, davranışça, ne şekilde olursa olsun ancak Osmanlılık itibariyle Türklüğü idrak edebilir.

Öyle Türk bütünlüğü gibi acayip düşünceye ulaşmaz, ulaşamaz…

Özetle ne kadar muhteşem, yüce olursa olsun karışık, özellikle engel olmadığı için biz öyle Osmanlı Milleti bütünlüğü, İslam birleşmesi, Türk bütünlüğü gibi fikirleri eylem hedefleri alamayız, bu yollara boşa kürek çekmeyiz, çünkü çabamızın memleketimiz için, vatandaşlarımız için faydasını, hasadını görmek isteriz.

Bu ayrıntılardan sonra açıklamamızın diğer şıkkına sözü aktararak meslekimiz, fikrimiz, amacımız nedir?

Bir kere daha aşağıda olduğu gibi detaylandırmak ve basitleştirmek istemekteyiz.               

***    

Bugüne kadar dedik, diyoruz, demek istiyoruz ki, Türkler köklü,  erdemli bir kavimdir, altıyüz beş senelik bir devletin, bir saltanatın yürütücüsü, sahibidir…

Bugün bile coğrafyası ve zaman nedeniyle uğradığı çökme ihtimali, içinde zaman zaman madden, manen gücünü ispatlamak ve göstermekten geri durmuyor…

Bu savaş meydanında, âleme çoğunlukla baştanbaşa hayranlık veriyor. Bununla beraber gerekirse ve fırsat olursa Avrupa’dan yararlanarak, dünya kültüründe üstün bir duruma geçebilir!

Gerçekten hükümet, toplum itibariyle itibarsızlaşmış durumdadır, fakat bu kötü durumun kusuru temel olarak kavimden çok coğrafyadandır…

Yaradılışta değil, mekân ve zamandadır.

Bu engeller, bu belalar olmasaydı, doğuya bu şekilde gömülmeseydi Türkler bu toplumsal çöküşe uğramazdı, bundan dolayı başlangıcı belli olmayan bu hükmü değiştiremeyiz, olan oldu.

Şimdi diğer bahsi geçen konuya istinaden bu eksikliği gidermeye çalışmalıyız…

Dünyaya göstermeliyiz ki böyle bir yükselme çağında, haçlı bağnazlığını kurbanı olarak sönmeye mahkûm edilemeyiz.

Geçmişimize, yaradılış becerilerimize, çalışmamıza dayanarak varlığımızı, geleceğimizi korumak, bu gösterişli bağlılığımızın, ışığın altında, diğer kavimlerde olduğu gibi gelişme gerçekleşe bilirliğini izlemek isteriz.

Öyle bir devirdeyiz ki âlemde şöyle böyle bir eşitlik fikir akımına inanmış durumdayız…

O halde koskoca bir kavmin yok edilmesi nasıl bir gerçeklik ki akıllara yatsın?

Sadece eksikliklerimizi görmemeli, bir parça insaflı davranarak, erdemlerimizi iyi bir bakışla değerlendirmeliyiz…

Doğu’nun başka bir kavmi var mıdır ki söz gelişi elli atmış sen içinde dile, edebiyata hatta çoğunlukla kültüre Türkler kadar ışık ve olgunluk vermiş olsun?

İkinci Mahmut devrinde Türkçe ne idi, İkinci Abdülhamit devrinde Türkçe ne oldu?

O zaman Türkler ne biliyorlardı, bugün Türkler doğunun diğer milletlerine oranla neler biliyor?

Özellikle bütün bu görünüm, bütün engellere rağmen nasıl ortaya çıktı!

O kadar uzağa gitmeye gerek yok… Ne türlü yıldırmalar olursa olsun…

Doktor, Avukat, yazar ve diğer gençler bir müddet Avrupa’da öğrenimlerini tamamlamaya çalıştıktan sonra, birkaç sene önce bu duruma geldik.

Az bir zaman içinde her birimiz bir meslekte ilerledik…

Fikrimizi, öğrendiklerimizi, durumumuzu, yakından inceleyen Avrupalı aydınlar bile “Türk gerçekten diğer doğu milletlerine göre ileri ve yüksek bir durumdaymış. Bir Avrupalıdan hiç aşağı kalmıyor. Doğuda doğan Avrupalılardan daha iyidir” diyorlar.

Hakkımızı. Işığımızı teslim etmeyen, idrak edemeyenler yine olsa olsa içimizdedir…

Çünkü kişi itibariyle çok iyiyiz, fakat topluluk olarak, toplumsal uzlaşma konusunda çok berbatız.

Çeşitli konulara ayrılmamızda sebep olan hep tiksinç bir ayrılık fikirleri baskın çıkmaktadır.

Diyelim ki bu derece halis ve iyi niyetle yayınlanan “TÜRK” gibi bir gazeteye kötü gözle bakmak sebeplerini aramaya kadar varırız.

O derece ikiyüzlü ve ayrılığa susamışız.

Fakat biz sabırlı ve dayanıklılık gösterirsek, özellikle her birimiz mesleğimizde hünerlerimizi göstermeye çalışırsak o ret duygusunun hiçbir zaman kurbanı olamayız. Kabul edilen amacımızın sonucuna ereriz.

Amacımız nedir?

Dünyanın hangi bir köşesinde olursa olsun, örneğin Mısırda, Rumlar, İtalyanlar, hatta İngilizler, Fransızlar gibi milletler, seçkin bir yer tutabilmektedir.   

Niçin öyle olmasın?

Kazandığımız erdemlerimiz ve Yaradılıştan gelen itibarımızla onlardan aşağı mıyız?  

Güzel bir terbiye gördükten sonra hangi bir işi üstlenirsek en azından onlar kadar başarılı olmuyor muyuz?

Gözümüzün önünde öyle öyle idareler, işler oluyor ki aynı kültür becerisinde bir Türk diğer kavimlerden daha çok başarılı oluyor.

Sosyal bir kurumun, toplumsal ıslahı itibariyle o kurumu oluşturan kişilerin, özsel saygınlığını artırmasıyla başarılı olur…

Ne zaman Türkler içte ve dışta şahsen ilerleyerek, sağlamlaşırlar, madden ve manen, fikren, ilmen kudret ve servet sahibi olurlarsa gitgide yegâne bu Türk devleti de o bereketin meyvesini görmeye, öze inmeye başlar.

Yoksa biz çabamızı, kabulümüzü, bu anlama yükleyeceğimiz yere, içte ve dışta kendimizden, hükümetimizden güçsüzlük, tembellik, şikâyetçi, sızlanma şekline sokarsak, kuru kuruya bilineni ifade ederek, karşısında bulunmak dışında bir meslek sahibi olamazsak, yani yaramıza daha da deşmekle uğraşırsak, sonuç, şimdiye kadar olduğu gibi, ışığa değil karanlığa çıkar.

Ey koca Türk!

Durumu beğenmedin, hoş görmedin, memleketini ter ettin değil mi?

Amacın iyilik ise yürü, git, Mısır’a, Amerika’ya, İngiltere’ye, Fransa’ya nereye istersen git, fakat her gittiğin yerde bir meslek bir beceri, bir kültür sahibi olmaya çalış, çalışta maddi ve manevi güç ve servet edin, fikren, cismen yüksel, yüksel ki bir gün senden memleketin her şekilde yararlanabilsin…

Hepimiz böyle yapabilirsek çok geçmez Osmanlı toplum yapısının yavaş yavaş ne parlak bir ahenk ve düzene geçmiş olarak görürüz.

İşte bu gazetenin amacı Türklere şu ışık ve yenilik çeşmesiyle, Medeniyet savaşlarında şu hayatın şiddetli zorluğunu göstermektir.

Seçkin yaradılışlarını ikaz etmekle beraber şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız tembellik ve öğrenilmiş çaresizlikten, haddi aşan ve ayrıştırılan durumumuzu, geçmişimizi korumaktır. Ki bu içimizden hangi tarafın, her kimin olursa olsun karşısında bulunmak uğraşmak alçalmasından, o faydasız, hatta yararsız çabadan beri uzak bir meslektir.

Beklediğimiz olursa, dünyanın her köşesinde Türkler yükselirse, toplum ve hükümette doğal olarak ışık bulur, yoksa öbürü olmadan beriki asla olamaz.

Bir toplumun kötü olması, fertlerin tamamına işler.

Bu açıklamadan sonra, Osmanlı Milleti bütünlüğü imiş, İslam birlikteliği imiş, Türklerin birlemesiymiş gibi belirsizliklerle uğraşmak, görevimiz dışında olduğu anlaşılmaz mı?

Biz Türklerin, fert itibariyle ilerlemesine çalışanlardanız.

Bu bağış, çokluk derecesiyle ortaya konsun.

Türkler durumlarını koruyabilsinler, toplum olarak eziklikten kurtulsunlar, gelecek yolunu tutsunlar, sonra Osmanlı Millet bütünlüğü mü, İslam birleşmesi mi, Türklerin bütünlüğü mü, ne gereklidir? Düşünsünler.

Bütün bu fikirlerin prensip olarak ilk başlangıç noktası şu basit amaca gitmek olduğu için Osman Milleti bütünlüğü, İslam Birleşmesi, Türk bütünlüğü mü ne istiyorsan iste, fakat bu anlama ermek için öncelikle gel, bizimle çalış.

Yaradılış cevherlerinden yararlanarak, Türkler içeride olamaz, dışarıda her şekilde ilerlemeye başarılı olsunlar. Böyle olduklarını da dost düşman herkese göstersinler…  Bilim ruhunda, hatta milli bilimde ilerlesinler…

Elli atmış sene içinde üst düzey bir seviyeye çıkardıkları milli dillerini daha çok ıslah, daha çok yüceltsinler.

Bununla beraber Türk Edebiyatında daha göz alıcı daha ışıltılı yapsınlar… Hikâyelerimizi, tarihlerimizi, eserlerimizi Batı dillerine tercüme etsinler.

Uygar Dünya, zorunlu olarak, bizi bir Avrupa kavmi gibi görerek, millet topluluğu olarak kabul edecektir. O zaman, gelecek için en uygun yolu bulmuş oluruz…

Biz bütün ilerlemeleri, çıkışları oldukça kabul edilebilir görüyoruz. 

Şu kadar ki bu yüce amaca ermek için en güzel, sade, o kadar değil tek araç bu fikir çeşmesini bütünüyle idrak ettikten sonra her birimiz, özel mesleklerimizde, doktorlukta, avukatlıkta, ticarette, ziraatte, mali işlerde ve diğerlerinde o memlekette bu memlekette, denklerimizden üstün olmaya, bununla beraberde derece derece şu arz ettiğimiz açık şekle ve toplum yararına, milli geleceği düşünmeye çalışmak, daima çalışmaktır.

Bunun içindir ki bütün şu detaylı konu yine bu seferde latin şairlerinden şu sade olduğu kadar büyük sözüyle bitiririz.

“Çalışalım!”

 

 

26 Mayıs 1904

Ali Kemal


 BİR MEKTUP

Haziran 1904

Başyazar beyefendi,

Saygın “Türk” ün birkaç sayfasında yayınlanan (Üç Tarz Siyaset) ünvanlı erdemli makaleyi okudum.

Makale yazarı, bazı ifadelerinde kesin hükümlere yer veriyor. Fakat makale sonunda, gayet kesin bir şüphecilikle her türlü hükümden sakınarak makalesine böyle bir soru ile noktalandırıyor ve (Üç Tarz Siyasetten) birinin tercihini (Türk) ten ve okuyuculardan bekliyor.

Bendeniz, doğamın gereği şüpheci olamadığım ve Türklerin bugüne kadar çok az işlenmiş, çok az yorulmuş bilinçlerinin, bu gibi beyan ve ilmi tartışmalar ile yorulmaya, gelişme ve büyümeye ihtiyacına inandığım için adı geçen makaleye şöyle böyle bir cevap hazırlamıştım.

Bunu takdim etmek isterken gazeteniz, eleştirel edebi bir cevap yayınlandı.

Ben deniz (Üç Tarz Siyaset) makalesinin cidden analiz ve tartışmaya değerli bulunduğuna inanarak cevap yazmıştım.

Yayınlanan cevap, bahsi geçen makalenin aksine, hayallerden ve fikirlerden ibaret bulunduğunu iddia ediyor.

Bu iddia, kendi fikrimi asla değiştirmedi. ,Fakat cevabımı uzatmama neden oldu.

Çünkü yayınlanan cevap, ağır bir dille, bir çeşit edebiyat meraklılarına, özellikle ilgisiz bazı tarih ve sosyologları ikna edebileceğinden, öncelikle bu cevap metnine ret, sonra asıl makaleye olan cevabımı yazmaya mecbur kaldım.

Bu uzun reddiyem ve cevabım muhterem “Türk” ‘ün bir köşesinde yer bulabilirse mutlu olurum.

***

“Cevabımız” başlığıyla yazı yazan muhterem yazarın biraz karışık, biraz düzen yoksunu makalesi, başlıca şu fikirleri ortaya koyuyor.

“Hiçbir padişahımız, hiçbir vezirimiz, hâkimimiz ne yakın, ne de uzak bir geçmişte hatta günümüzde ne İslam, ne Osmanlı milleti, n Türk birliği mesleğine eğilim göstermedi”

“…Bunlar hep uygulaması imkânsız, tuhaf betimlenen, düşünce ve hayallerdir.”

“…en coşkulu bir hayale bile sığmaz rüyalardandır.”

“…Hem Üç Tarz Siyaset yazarı bu siyasetleri, uyduruk tarihe göre bol boluna bölerek, düzenleyerek, olayların gerçekliğini alt üst ederek meydana çıkarmıştı”  

“Tarih! Tarih! Lakin tarihe gayet iman ve insaf ile bakmalıyız, gelişi güzel tarihi olaylara kanıt, üst düzey bürokrasiyi ve tarihi olayları şahit getirmek… O mükemmel bilime saygısızlık olur”

“Bizim için Türk’ü İslam’dan, İslam’ı Türk’ten, Türk’ü İslam’ı Osmanlılıktan, Osmanlılığı Türk’ten, İslam’dan ayırmak üçünü bir etmek uygundur.”

“Biz, gerçeklere daha başarılı, olaya daha kabul edilebilir bir meslek takip ederiz.”

“Sosyal bir kurumun, toplumsal ıslah çabası o kurumu oluşturan kişilerin, özsel saygınlığını artırmasıyla başarılı olur…”

“Biz Türklerin, kişi olarak ilerlemesine çaışanlardanız”

“Türkler durumlarını koruyabilsinler, toplum olarak eziklikten kurtulsunlar, gelecek yolunu tutsunlar, sonra Osmanlı Millet bütünlüğü mü, İslam birleşmesi mi, Türklerin bütünlüğü mü, ne gereklidir? Düşünsünler.”

“Bütün bu fikirlerin prensip olarak ilk başlangıç noktası şu basit amaca gitmek olduğu için Osman Milleti bütünlüğü, İslam Birleşmesi, Türk bütünlüğü mü ne istiyorsan iste, fakat bu anlama ermek için öncelikle gel, bizimle çalış.”

“…bu seferde Latin şairlerinden, şu sade olduğu kadar büyük sözüyle bitiririz. ‘Çalışalım!’ “

Ben deniz düşünüyorum ki: kucak kucak tarihten, sosyolojiden bahsedilen, akın akın gizlenenleri gösteren bu öğüt ne tamamen doğrudur ne de “Üç Tarz Siyaset” makalesinin ruhuna ve şekline edilen itirazlar çok haklıdır.

Makale sahibi, etkin düşüncelerine zemin oluşturmasına rağmen bakış açısına, mantığa, çok önem ve yer vermemiştir. Fakat tarih delillerin, derleme metodu ve değerlendirmeleri de tamamen doğrudur.

“Hiçbir padişahımız, hiçbir vezirimiz, bilgemiz ne yakın ne de uzak bir geçmişte, hatta ne de bugün, ne İslam birliği, ne Osmanlı milleti ne Türklerin birliği yoluna çalışmadı.” diyerek bütün son asrın seçkin vezirlerini siyasetsizlikle, fikirsizlikle itham etmiştir.

Onlar bu hakaretin üstündedir.

Evet! Türkleri birleştirme siyaseti, geleceğe yardımcı bir güç olsa da, bugün henüz yeni, pek turfanda, hangi şekilde olursa olsun, Osmanlı siyaseti merkezine çekmekten uzak olduğu için, siyasetçiler tarafından takip edilmedi.

Zaten; Üç Tarz Siyaset yazarı da buna başka bir olma şekli, diğer bir ortaya çıkma şekli yüklemiyor.

Fakat İslamcı Siyaset, özellikle Osmanlı siyaseti böyle değildir.

Birincisi, bugün ki padişahın(II.Abdülhamit) kendine has işleri görünüyor.

İkincisi, siyasetçilerimizin hareket hedefi bu oldu.

Büyük Selim’in; bu Suriye, Mısır, Hicaz, Yemen fatihinin, bu ilk Osmanlı Halifesinin siyasetini Osmanlı Tarihçilerinden bazıları haklı olarak “İslamı Birliği politikası” olarak yorumlamaktaydılar.

Ve hatta bu fikirle oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın babasının yolundan saparak Osmanlının baskın gücünü batıya yönlendirmesini eleştirmekteydiler.

Biz, İslam birliğinin tanımının, son yüzyılda Avrupalılar tarafından, diğer örneğine oranla düşünülmüş, iyi niyetli bir tanım olduğunu düşündüğümüz, bu geçmişten uzak anlamsız son siyasete, Zamanın sultanının politikalarına göndermeler yaparak, inceleyeceğiz.    

Bahsi geçen Sultan, pek sevdiği tanımla “Müslümanların Halifesi” diyenlerle, üyelerle, komisyonlarla, vekillerle, imkân derecesinde, dış basın ile bütün dünyaya yayılmış Müslümanlara gösterilen samimi yaklaşımla, Hilafet makamına kalben bağlılık yaratarak Osmanlılığa yaklaşmasına gayret gösteriyordu.

Osmanlı topraklarına gelen diğer Müslümanları, akıl ve gücü derecesinde ağırlamaya çalışıyordu.

İslam dünyasının önem verdiğini düşündüğü kişileri yanına alıyor, Hicaz’ın korunmasını Anadolu’nun korunma ve savunmasına tercih ediyordu, Müslümanların hem de cahil Müslümanların safsözlü duygularını okşayacak hareketleri büyük bir olgunlukla icra ediyor, Diğer İslam görünen kurallara da saygı göstermede hiç geri durmuyordu.

Memleketin dindarlarını korumak ve eğitim için, her köşeye, bucağa, gösterişli hocalar gönderip, okul programlarını din merkeziyle şişirmekten çekinmiyor.

Bizce, hep bunlar mevcut siyasetin cehaleti göz önünden kaçırılmamak şartıyla, İslam siyasetinin birer gücüdür.

Bilemeyiz, bugün ki bir Osmanlı Padişahı, bu konuda daha fazla nelere teşebbüs edebilir?

Ah! İşte “Cevabımız” yazarının anlamak istemediği püf nokta, şu son cümlede saklıdır ve bunu anlamak istemediği içindir ki “Rumeli’nin Müslümanlarını savunmaya güç sahibi değilken, Hindistan’ın kileri etkilemeye kalkışmak en coşkun bir hayale bile sığmaz rüyalardandır. …” “Türkleri bu şekilde bütünleşmesi için, dünyayı ne kadar alt üst etmek, en azından Rusya Devletini gövdesinden kırmak lazımdır… Düşünülsün.” Deyip durmaktadır.

Ey üstat! Gerek İslam ilerlemesi, gerek Türklerin birliği siyaseti bugün bir amaç, siyasi bir amaç, bir hedef, asıl bir hedeftir.

Her ikisinin kabul ve uygulanması halinde o tanımladığınız mücadelelerin hiçbirisine teşebbüs olmayacaktır.

Bu sebeptendir ki bu tanımlamalar, güç olmakla beraber hayal değildir.

Siz bir ilerleme ve kişisel olgunlaşma tanımlaması yapıyorsunuz, işte bugün İslam ve Türk siyasetini takip demek, bu amacı bu gerçek hedefi, ilerlemek ve gelişmek üzere bulunan o kişilerin bilinçlerine yerleştirmeye hızlandırmak demektir.

Osmanlılar kılıç kuvvetiyle etkilemeye kalkmayacaklar, Müslümanlar yahut Türkler doğru bilinç kuvvetiyle birleşmeye can atacaklardır.

Devletlerin, toplumların siyasi hayatlarında sadece kılıç, kol kuvvetini övmemeliyiz ve güzelleştirmemeliyiz.

Bu maddi gücün, fikir gücü karşısında sağlam bir sindirici güç ve ululuk kazanma edeceğini de düşünmemeliyiz.

Kılıca ve kola hükmeden de bilinçtir.

Osmanlı Milleti oluşumu siyasetine gelince…

Lakin milli hayatımızı düzenleme, yönetme işleri yoluna koymaya başladığımızdan beri bütün hareketimizle bunu elde etmeye odaklandık.     

İyileştirilmiş başarılı yönetim(Tanzimat-ı Hayriye) anlayışı budur, ilgisiz bakışlar yok olmuş olsa da, merhum Sultan Abdülmecid’in Reşid, Ali, Fuat ve Mithatların yapıları, yapı ruhları bundan, bu “Osmanlı Milletini” oluşturma isteğinden ibarettir.

Temsil, siyasi dil, hâkim milletin dışında ki toplumu dinen, dilen, ahlaken, vicdanen, hâkim millete benzetmektir.

Bunun başarılı olması halinde idare merkezinde, birbiriyle tamamen denk aynı milli his ve vatanperverlikle uzman fertlerden oluşan  “büyük bir ulus” olur.

Fakat daimi temsilin çeşitli şubelerine bir anda başvurmak uygun olmaz.

Örneğin: dinen temsil, eskiden zamanlardan beri en keskin bir usul olduğu halde zamanımızda, çağımızın uygar milletleri arasında, çoğunlukla terk edilmiştir.

Karşılığı olmayan eylemdir.

Bu halde bütün yönetim gücü dil temsil arzusuna yönelmiş olur.

Dil birliği, genel toplumda ilişki ve uygulamaları çoğalttığından, vatandaşlık temsiline hizmet eder.

Edebiyat birliği, oldukça aydın kesimde, adeta din birliği yerini tutma gücündedir.

Bundan dolayı çeşitli milletlerden oluşan toplumunu temsile uğraşan memleket yönetimin gevşek, özellikle resmi dini, din akrabası olan ahalisi yanına vaizler, öğretmenler ve ders verenler yollar.

Bütün diğer milletler arasına hâkim millet göç ettirilerek onların seyrekleşmesine çalışır.

Bağlı milletlerin dillerini, edebiyatını baskıyla çoğaltma ve başlatmasına engel olur.

Yönetim dili gücünün yettiği her araçla özellikle okullarda genel dil haline sokmaya gayret eder.

Bu baskının hepsine cevap verebilen bir millet eğer karşı çıkarsa, o halde imkânlar dâhilinde o milletin yabancı yerlere göç ettirilmesini teşvik etmekten başka çare kalmaz.

Buda mümkün olmazsa bilinmelidir ki o millet varlığını korumaya, yaşamaya ve belki gelecek iddiasına adaydır.

İşte Osmanlı Devletinin zamanımıza kadar devam eden bir asırlık hayatı, hep bu mücadelededir.

Osmanlı yönetimi Tanzimat’tan beri kuvvet ve kudreti derecesinde, imkânları dâhilinde bu temsil yetkisinin birçoğuna başvurmuştur.

Dinen temsil?

Fakat bu emirler dinidir. Bir yapılması gerekenler diyanetidir. Hiçbir İslam yönetimi düşünülemez ki buna şöyle böyle uymuş olmasın. Anadolu gözünden uzak Girit, Bosna, Arnavutluk, Bulgaristan özetle bütün Rumeli Müslümanları Osmanlıların, o hiç Osmanlı Milleti ile uğraşmadığı iddia edilen padişahlarımızın, vezirlerimizin bu temsil şekline en müthiş şekilde uyduruklarını gösterir.

Memleketimizin bir kısmı örneğin Anadolu’nun doğusu hala din temsilinden başarılı bir zemin olduğu için dindar hocalar akın akın bu tarafa yönelmektedir.

Tanzimat, Ortaçağ geleneklerinden vazgeçmek olduğundan bu devrin temsili daha uygar bir şekilde olmuştur.

Tanzimat ilkin hukuken, yönetimsel temsile uğraşmıştır.

Tanzimat’tan önce Osmanlı Devleti vatandaşları bir diğerine eşit ve karışık olmayıp, her ırk, her din başlı başına yönetilirdi.

Özellikle bir parça, bir millet, yönetim içerisinde birer yönetim idiler. Yenileme dönemi siyasetçileri, Fransız ihtilalinin eşitlik kuralını, o medeniyet örtüsünü siper ederek bu ayrılığı bozmaya Osmanlı vatandaşlarını yönetimsel bütünleşmeye ve temsile çalıştılar.

1856 Hattı Hümayun ‘nün bahsettiği “Dönem koşullarına göre Bilim ve İlerlemeye uygun iyileştirmeler”, patriklerin siyasi gücünü azaltmak, papazların gelirlerini kesmek, adli işleri Osmanlı yönetim merkezine vermek. Hristiyan okullarını, kiliselerini denetim altına almak demekti. Bunlar diğer milletlerin milli hayatlarını ve siyasetlerini daimi bir baskı ve şiddet altına almaktı.

Osmanlı yönetimi memleketin diğer din fetihlerine, özellikle Müslüman olmayan milletler arasında göçmen yerleştirmesine de çalışmaktan geri durmamışlardı.

Son Rus savaşında önce gelen Rusya, Kafkasya göçmenleri, bugün ki Bulgaristan’a yerleştirilmişti. Şimdi ki Girit göçmenleri İzmir civarına, Bosna’nınkiler kısmen Rumeli’ne yerleştiriliyordu.

Yine Osmanlı yönetimi özellikle okullar ve dil ile çok uğraştı.

1856 Hattı Hümayunu o zamana kadar ruhsatsız tamir ve inşa edilen Hristiyan kilise ve okullarının tamir ve inşasına resmi izin verme kuralını çıkardı.

Eğitim şekli ve öğretmen seçim hakkını yönetim denetimi altına aldı.

1869 Eğitim Öğretim düzenlemesi, üst eğitim ve diğer milletlerin liseler için aynı ve Türkçe olarak düzenlendi.

Genel olarak eğitim şeklinin ve kitaplarının denetimini eğitim müdürlerine bırakıverdikten başka ilkokula kadar bütün Müslüman olmayan okullarda Resmi Dil eğitimini zorunlu yaptı.

Hazırlanan bu özenli sonucu, meyvesi tamamen alınamadı.

Fakat amacımız bunların düşünüldüğü, padişahlarımızın, vezirlerimizin, Osmanlı Milleti fikrine zaman harcadıkları, mesleksiz olmadıklarına kanıttır, cidden uygulanabilseydi, temsil bugün bir hayli ilerlemiş olurdu.

Ali Paşa’nın Hattı Hümayunu gibi, Mithat’ın Kanuni Esasi’si de tamamen bu isteğe, Osmanlı topraklarında ki durgunluğu bileştirerek ve kaynaştırarak bunlardan bir Osmanlı Milleti ortaya çıkarmaya ve bu milletin resmi dilini Türkçe yapmaya yönelikti.

Kanuni Esasi’nin sekizinci maddesi gereğince “Osmanlı Devletine bağlı bütün fertlerin tamamına hangi din ve mezhepten olursa olsun istisnasız Osmanlı diye adlandırılır” 

Onsekizinci maddesi “Osmanlı vatandaşlarının devlet hizmetinde bulunması için devletin resmi fili olan Türkçeyi bilmeleri şartını” koymuştur.    

Onaltıncı madde “Bütün okullar devletin merkezi denetimi altındadır. Osmanlı vatandaşlarının eğitimi, söz gelimi ilerleme ve düzen üzerine olmak için gereken şartlar oluşturulacaktır” Diyor.

“Cevabımız” makalesinin muhterem yazarının biraz saflıkla, her siyasi hareketi görmek için aradığı “Hareket Oluşum cetveli” siyaset dilinde bundan daha açık olarak yayınlanıp ilan edilemez.

“Cevabımız” yazarı, birde ağzı dili olmayan çaresiz tarihe acıyarak “Üç Tarz Siyasette” bahsi geçen bir tarihi olaya itiraz ediyor.      

Kendisine has şakacı bir beyanla Napolyon, Türk Milleti fikrine taraftar değildi, aksine Türklüğü parçalamak için hareket etti, diyor.

Evet! Napolyon’un gerçek isteği dışında parçalanmış Türkiye kısımlarını takviyeye çalıştı.

Fakat Türk Milletine karşı olduğu için değil, parçalanmasının önünü alamadığı için Rusya’nın karşısında yalnız kalacak bu parçaları takviyeye uğraştı, yoksa her zaman Rusya karşısında kırılan, muhalif politika takip ettiğinden her zaman Türkiye’nin olduğu gibi kalmasına, dolayısıyla Türk Milletinin artan gücüne ve temsilde başarısına çalıştı.

Bunu kısaca ispat etmek üzere, Fransa Dışişleri Bakanlığı memurlarından birinin eserinden ufak bir parça aktaracağım.

Avrupalılar doğuyu bilmezler. Fakat Fransızlar, kendi siyasetlerini elbette “cevabımız” yazarından daha iyi bilirler.

“Fransa Hükümeti” Doğunun asıl durumu ile olduğu gibi koruması politikasını hesaba katmadığı düşündürecek, bazı ani dönüşümlere rağmen daima Hattı Hümayunun esinlendiği anlaşma ve uyuma sadık kamışlardı.

“Üçüncü Napolyon’un dışişleri bakanının dediği gibi, Fransa Osmanlının diğer milletleri arasında bir fark oluşumuna taraftar değildi. Özentisinde ve kesintisinde Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar arasında bir fark gözetmiyordu. (İstanbul Başkonsolosuna yazışmalar 22 Mart 1867)

Her ikisinin refah ve mutluluğu önce, tek düze yönetim, mülk edinmede eşitlik ve siyasi esasların peyderpey daha samimi bir şekilde uygulamaktaydı. Hepsi aynı hukuka sahip, aynı menfaatten yararlanmaktaydılar”

“Özetle Tuileries Kabinesi, kaynaşma ve alt soyun erimesi (fusion des races) amacını takip ediyordu.

Türkiye’de ayrılığı birlikteliğe çevirerek; birliği, birbirinden uzaklaşan halkın çoğunluğunu, ülkenin kaderine hemen hemen İlgisiz kılan karşılıklı uzaklaşma yerine koymak istiyordu.   

“Tarih! Tarih! Lakin tarihe gayet dikkatli olarak mantıkla bakmalıyız.” Fakat aynı zamanda biraz inceleme ve araştırma ile “bakmalıyız” tarihi olayları anlatan sözlere kanıt olacak şekilde gelişigüzel şekilde bozarak meydana çıkarmak, bilemeyiz ama o güzel bilime bir anlamda saygısızlık olmaz mı?

“Cevabımız” ‘ın erdemli yazarına göre, bu gerçeklerin hepsi değersizdir. O, tarihçinin sözlerini kabul için mücadeleler “Eylem doğruluk sınır” ‘larını görmek, hatta belki bu sözlerin yerini kitapta görmek istiyor.

Fakat tarih, bilmeliyiz ki yalnız kitaplardan, anılardan, savaş derecesindeki toplumsal olaylardan oluşmaz. Bunlar var ise çok uygundur, lakin olmadığı zamanda küçük olaylardan kişisel çıkarımlar olur.

Tarihçi bunları analiz eder eleştirir, bölümlere ve kategorilere ayırır hatta adlandırarak okuyucunun görüşüne sunar.  

Yoksa zamanımızda kitaplardan, tarih kitaplarından aktarılarak yazılan yazılarla düşünür, çeviri ile toplanan eserlerle tarihçi bile olunmaz.     

Diğer açıklamalardan anlaşıldı, inanıyoruz ki “Üç Tarz-ı Siyaset” yazarı bu mesleği sadece hayal ürünü olarak icat edip bulmamıştır.

Bir diğerinden tamamen ayrı olarak üç siyaset yolu vardır.

Ve bunlar amaç, gerçek hedef olarak takibi izlenebileceği gibi, ikisi milli hayatımızın çeşitli dönemlerinde izlenmiştir bile.

O halde “Cevabımız” yazarının şakacı bir safsata ile  “Türkü İslam’dan, İslam’ı Türk’ten, Türk ve İslam’ı Osmanlılıktan, Osmanlılığı Türk’ten İslam’dan ayırmak, bir değeri üçe bölmek imkânsızdır.” Sözünde ki kaçışının nedenini bilemeyiz ama bir darbeye maruz kalan çocukların, tehlikeden kurtulmak üzere gözlerini yummasına benzemez mi?

Onun “Gerçeklere daha uygun, olaylara daha uyumlu mesleği” deyim yerindeyse “koskoca devleti” bir toplumsal kuruma iletmeye yeterli değildir.

Evet! ““Sosyal bir kurumun, toplumsal ıslah çabası o kurumu oluşturan kişilerin, özsel saygınlığını artırmasıyla başarılı olur…” bugün ki toplum araştırmalarının kabul ettiği bu dava belki çoğunlukla doğrudur.

Fakat şunu unutmamalıyız ki: Osmanlılık, kişileri kapsamakla beraber birde kişiye özeldir.

Kişilere önerilen çalışmak hedefi, kişi özeline gelince tamamen anlamsız ve kapalı olur.

“Türkler durumlarını koruyabilsinler, toplumca yok olmaktan kurtulsunlar” demek için önce o kurumun, o kişiye özel hedefin, siyasi hedefin, eylem tarzının, belirlenmesi lazımdır.

Kişilerin ilerlemesi ile uğraşırken, devlet gemisini amaçsız ve hedefsiz bırakmak isteniyorsa o başka.

Fakat böyle olmadığı takdirde, tok gözlü ve tepeden bakan “Üç Tarz Siyaseti” ret değil, isteklilere bu üç yoldan birini seçmek ve tercih etmek lazımdır.

Makale sahibinin sorusu da bundan ibaretti.

Çok fazla karışık yolları, son derece belirsiz toplumsal hayatın gayet basit bir kural, bir uygunluk içine sokmak günümüz bilimlerine sığamaz.

Bir yazar siyasi bir sosyal yol gösterme için toplumsal felsefenin bu kadar yüzeysel düşünce, siyasette bu derece hedefsizlik bilmem uygun olur mu?

Bu durumda yine makalenin sahibi sorusuna cevap bekliyor!

Osmanlı Devletinin mutluluğu için, İslam Birliği, Türk Birliği ve Osmanlılık siyasetinden hangisinin uygulaması yararıdır.

***

Makale yazarı, Osmanlı yararı odak noktasından sayma ve takibi mümkün üç siyasi mesleğin detaylı ve incelikli anlatımı yaptıktan sonra içlerinden birisini “Osmanlı Milleti” siyasetini, bugün izlenmesi imkânsız, yalnız o kadar değil hatta hayata geçmesi imkânsız, diye bir tarafa atıyor.

Kalan ikisini; İslam birleşmesi ve Türk birleşmesi politikalarını,  birçok dış, iç engelleri kabul etmekle beraber aynı imkân derecesinde ve yararda buluyor.

Kendi düşünceme göre yazarın bu hükümleri isabetli değildir.

Yukarıda da beyan ettiğimiz makale sahibi, mantık kurallarının dışında bu hataya düşmüştür.

Bizce İslam birliği siyaseti, eyleme dönüşmesi imkânsız, gelecekten kuvvet almayan, fakat hali hazırda takibi mümkün ve yararı olan bir siyasettir.

Türklerin birliği politikası geleceğe dönük ve daha yardımcı olmasına rağmen fakat bugün yoktur.

Olmayan şeyden bugün yararlanılamaz.

Osmanlı Milleti siyaseti bunların aksine olarak gelecek için çok parlak sonuçlar vaat etmese de hala en izlenmesi en kolay, en anlamlı uygulamadır.

Münakaşamızın konusunu oluşturan milletlerin hepsi medenidir, denebilir.

Bunların bilinçlerinin en sağlam noktasını, fikir varlığını ve maneviyatlarının en aktif, en canlı kısmını din işgal eder.

Bundan dolayı bugün Genel İslam, İslam dini her türlü siyasetten daha zorlu olmak durumundadır.

Hala birçok aydın Müslümanlara denk düşüyor ki, İslam birliği fikir ve amacını çok büyük bir lezzetle tasvir edip ve şekillendirmektedirler.

Bu sebepten İslam siyasetinin oldukça güçlü büyüme zeminine sahip olduğunu iddia etmek, hata olmaz.

Dikkat buyurulsun. İslam birliği olabilir bir eylemdir demiyoruz, belki hiçte gerçekleşebilir olmayacağına inanmaktayım.  

Zaten amaç için gösterilen çabaya ulaşmak olanaklı mıdır?

Makale yazarının detaylandırarak anlattığı bütün engeller bu siyaseti bugün gerçekleşemez nedenler yaptığı gibi, siyasi işlerde, millet fikrinin dini inanç üstünlüğü ve baskınlığı belki gelecek için din siyasetinin büsbütün unutulmasını gerektirecekti.

Fakat bu böyle olmakla Osmanlı hükümetinin siyasi varlığı bir dayanak olması, İslamiyet’in kuvvetinden yararlanmasına engel değildir.

Hatta İslam’ın manevi bağlılığına diğer aracılar ile artırmadan, Osmanlılar için çok büyük yarar göstermesi beklenir.

İşte bu sebepledir ki, Osmanlı Devletinde İslam Siyasetine ve birliğine önem vermelidir.

Türk siyaseti gelecek açısından İslam Siyasetinden daha güçlü olma ihtimaline sahiptir.

Türkler birbirine bağlı olarak 30-35 milyonluk büyük bir kavim oluşturmaktadır.

Rusya’nın idari büyüklüğü aksine, siyaset ustalığıyla belli olan siyasi ve toplumsal boşluğu düşünülürse uzak bir gelecekte büyük bir Türk yönetimi betimlemek belki sadece bir hayal olmaz.

Günümüz uygarlığına, ulaşmak istenen amaçla iddia ettiği “İnsanlık” devresine bugün ki hızıyla yürümeye devam ederse belki, böyle bir Türk İmparatorluğu oluşur.

Bundan dolayı bu siyasetin temelini, ruhunu oluşturacak manevi bağ, benzetme uygunsa elektrik hattı henüz olmadığından bugün buna istinaden hiçbir şey yapılmaz.

Sadece inceleme ve araştırma bölümüne özel olan bu siyaset, Osmanlı Devleti hedef almış görünmez. Çünkü hiçbir yarar beklenmez.

Osmanlı Siyaseti, işte bu büyük devletin şimdiye kadar en önemle izlediği bu politikadır ki, bu bahsi geçen üçlemeden en esaslı ve en kolay olanıdır.

Diğer siyasetler, Osmanlı Devletinin yaşam mücadelesinde ancak birer yardımcı, birer kılavuz, mücadele yardımcısı olabilirler.

Osmanlı Siyaseti, bilakis Osmanlı devletini en güçlü zırhı, en büyük savunma silahı, en doğru hedefidir.

“Üç Siyaset” yazarının bu hususta yanlış hüküm vermeye yönlendiren şey, anılan gerçekten, maddi gerçeklikten daha çok mantık ve felsefe kesinliğiyle uğraşmasıdır.

Mantık, kararlarını kesin ve net olarak verir, fakat toplumun yaşamında ki belirsiz durumları, bazı bazı değil çoğunlukla bu hükümlere karşı durur.

Evet..! Üç Tarz Siyaset yazarının dediği çok doğrudur.

Osmanlı topraklarının bulunduğu sınırlarla korumak, bu sınırlar içindeki toplumu Osmanlı olarak sabitlemek, Türk yapmak (çünkü Osmanlı tabiri Türk hâkimiyetini saklamak için son zamanda yeni bir anlam ile kabul edilmiş bir isimdir. Asıl olan Türklerdir. Ve toplumun Türklerin temsili talep edilmektedir) olabilir değil imkânsızdır.

Fakat siyaset yapılması gereken iş ve yaşamdır. Bundan dolayı bunda kesinlik, mükemmellik tamamen aranmaz.

Türkiye’nin hazır sınırlarını, hazır vatandaşlarını koruyamayacak, geri kalan vatandaşların hepsini Türk yapacak, düşünelim, ne zararı var?

Ne olursa olsun, oldukça kesin, hazır yaşayan bir millet var ya! İşte onun hayat ve faaliyeti pahasına koruyup saklayacağı sınır, Osmanlı toprağı, onun imkânı doğrultunda temsil edeceği ahali, Osmanlı Milletidir.

Biz hazır elimizde olan savunma ve temsile, Osmanlı siyasetini izlemeyi düşünmekteyiz.

Başarılı olduğumuz bize kalır. Kalmayanı gider, kaderin hükmüyle ve doğanın oluş sonucu deriz, yok etmişliğimiz kesin olan şeylerden başka hiçbir şey yok etmeyiz, fakat kazanabilirsek ancak bu yolda, bu meslekte kazanırız.

İşte bu sebeplerden dolayı fikrimce devletimizin en birinci hedefi Tanzimat’ın, Hattı Hümayunların Kanun-i Esasinin amacı, Merhum Sultan Abdülmecid’in Reşid, Ali, Fuat ve Mithatların hedef gayeleri olan Osmanlı Siyasetini takip etmek olmalıdır.

Var olan Milletimizin asıl tamamlayanı budur.

İslam dünyası şu anda gitgide uyanmakta, güç ve yaşam kazanmaktadır.  

Hilafet aracılığı ve birleştirme gücüyle hükümetimize, toplum yapımıza bir dayanak yapmaya çalışmak, dikkatlice hükümet gücünün sınırlarını aşmayarak, İslam birliği, göz kamaştırıcı ismi altında İslamiyet’i Osmanlı yararına sunmak hiç faydasız değil, aksine çok faydalıdır.

Türk siyaseti bugün mevcut değildir.

Fakat Osmanlı Milleti siyaseti korunursa belki gelecekte, İslam yükselişi siyasetinin durgunlaşmaya uğradığı zaman bize bir el uzatan olur.

Bilmem siyasi işlerde fırsatçılıktan daha doğru, daha faydalı bir meslek var mıdır?

 

Ahmed Ferid

Haziran 1904

 

SON

   

Reklam (#YSR)