ORTAÇAĞ’DA TARIM

19. yüzyıldaki sanayileşme dönemine kadar tarım, hem üretim hacmi ve hem de istihdamdaki payı itibarıyla dünyanın her yerinde en önemli sektördü. Ancak Orta Çağ Avrupası’nda tarımın yeri çok daha önemliydi.

MALİKANE

10. yüzyılda Avrupa’nın pek çok kısmı malikâne olarak bilinen küçük siyasiekonomik birimlere ayrılmıştı. Bir şato ve çevresindeki topraklardan oluşan malikânenin amacı; köylünün güvenliğini, aristokrat sınıfın ise otoritesini ve geçimini sağlamaktı. Kanun ve düzen, yalnız malikâne sınırları içinde geçerliydi. Toprak boldu, fakat yeterli işgücünün ve güvenliğin mevcut olması hâlinde bir üretim faktörü olarak işe yaramaktaydı.

Bir şatonun bölünmezliği nedeniyle koruma ve güvenlik hizmetinin sağlanmasında, başlangıçta ölçek ekonomisi kuralları geçerliydi. Malikânede yaşayan insanların sayısı arttıkça güvenlik hizmetinin ortalama ve marjinal maliyeti azalmaktaydı. Ancak bir noktadan sonra malikâne sahibinin koruduğu kişilerin sayısı daha da artarsa şatoya daha uzak alanlarda tarım yapılması gerekeceğinden savunma hizmetinin maliyeti yükselmekteydi. Yani savunma hizmeti; önce alçalan, sonra yükselen bir maliyet eğrisi gösteriyordu. Bir malikâne için en etkin ekonomik büyüklük, güvenlik sağlamanın marjinal maliyetinin korunması sağlanan son işgücünün ürettiği üründen lordun vergi şeklinde aldığı payın değerine eşit olduğu noktaydı.

AĞIR SABAN VE AÇIK TARLA SİSTEMİ

Malikânenin toprakları, dört bölümden meydana geliyordu: Yerleşim yeri, tarlalar, çayırlar ve koruluk ile ormanlar. Tarlalar, malikâne halkının beslenmesini sağlayan ürünlerin yetiştirildiği yerlerdi. Tarla tarımı, Avrupa’nın kuzey ve güney kısımlarında farklı özellikler gösteriyordu. Akdeniz Avrupası, kuru bir iklime ve yumuşak topraklara sahip olduğundan bu bölgenin temel tarım aracı bir çift öküzle çekilen ve toprağı âdeta tırmıklayan hafif bir sabandan ibaretti. Bu saban, toprağı altüst etmiyor, yalnızca gevşetiyordu. Bu yüzden toprağın çapraz olarak ikinci defa sürülmesi gerekli oluyordu. Çünkü ancak bu şekilde toprak ezilerek nemin muhafazası ve toprağın altında bulunan ürün için yararlı maddelerin yüzeye çıkması sağlanıyordu.

Böyle bir saban Kuzey Avrupa’nın toprak ve iklim şartlarına uygun düşmüyordu. Çünkü Kuzey Avrupa’da problem mümkün olduğu kadar nemin korunması değil, aksine tarlaların ekim zamanından önce kurutulabilmesiydi. Kuzeyin en verimli tarlaları bile geleneksel sabanın ancak güçlükle işleyebileceği sert ve yoğun topraklı bataklıklardı. Bu toprakların verimli tarım alanları hâline getirilebilmeleri için yeni bir tarım aracı gerekiyordu. Bu araç tekerlekli, bıçaklı ağır sabandı.

Ağır saban, muhtemelen MS 6. yüzyılda Slavlar tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu sabanın daha sonra Kuzey Fransa’da, İtalya’nın Po vadisinde ve İngiltere’de yaygınlaştığı ve 10. yüzyıla gelmeden Kuzey Avrupa’nın ormanlık bölgelerinde genel bir uygulama hâline geldiği tahmin edilmektedir. Ağır saban, hafif sabana göre daha fazla sürtünmeye yol açtığından çekilmek için çoğunlukla 8 öküze gerek gösteriyordu. Ancak çok az çiftçi, bu sayıda öküze sahip bulunuyordu. Bu yüzden birkaç çiftçinin öküzlerini bir araya getirerek bir sürüm ekibi oluşturmaları gerekiyordu.

Hafif saban çapraz sürümü gerektirdiğinden Akdeniz Avrupası’nda tarlalar, genellikle kare ya da kareye yakın dikdörtgen şeklindeydi. Kalabalık bir koşum hayvanı grubu tarafından çekilebilen ağır sabanda ise tarlanın sonuna gelindiğinde geri dönüşler zor ve zaman alıcı olduğundan gün içindeki geri dönüş sayısını en aza indirebilmek için tarlalar oldukça uzun çizgiler hâlinde düzenleniyordu. Bu nedenle Kuzey Avrupa’da tarlalar belirli sayıda dar ve uzun çizgiden oluşuyordu.

Orta Çağ Kuzey Avrupa tarımının bir başka özelliği, bölgeler arası ihtisaslaşma olmadığı için hububat tarımı ile hayvancılığın aynı malikâne içinde birlikte yürütülmesiydi. Çünkü hayvanların beslenmesi için hububat tarımı, hububat tarımı için hayvanlar gerekliydi. Bu iki üretim için aynı toprakların kullanılması zorunluluğu, toprakların büyük blok tarlalar hâlinde düzenlenmesini gerektiriyordu. Tarlaların böyle büyük parçalar hâlinde düzenlenmesi, hem ekilen toprakların çitleme masraflarında hem de hayvan otlatmasında ölçek ekonomisinden yararlanmaya imkân veriyordu. Tarlaların alanı genişledikçe ekili tarlalarda çitlenmesi gereken çevrenin uzunluğu daha düşük oranda artacağı için dönüm başına çitleme masrafları, nadas topraklarda yapılan hayvan otlatmasında ise sürü büyüdüğü için hayvan başına düşen gözetim maliyeti azalıyordu.

Bu büyük tarlalardan nadasa bırakılan kısımların etrafı, hayvanların serbestçe otlamaları ve gübrelerini bu topraklara bırakmaları için çitlenmiyordu. Ekim yapılan kısımlar ise hayvanlara karşı korunmak üzere çitleniyor ve tarla içinde her bir çizgi lordun ya da köylülerin paylarını oluşturuyordu. Tarla içinde sahiplerin farklı çizgiler arasında kişisel mülkiyetinin sınırlarını gösteren herhangi bir engel bulunmadığından açık tarla sistemi denilen bu uygulama, başlangıçta yalnızca yeni açılan topraklarda benimsenebildi.

Açık tarla sisteminde lort ve köylülerin paylarını oluşturan çizgiler, büyük blok tarlalar arasında dağılmış bir hâlde bulunuyordu. Her bir köylünün işletmesi, muhtemelen 25 veya daha fazla çizgiden oluşuyordu. Bu uygulamanın nedenleri ile ilgili açıklamalar iki grupta toplanabilir. Birinci görüşe göre bu uygulama, hem tek bir merkezî tarlada üretim yapmanın riskini önlemeyi amaçlayan bir sigorta sistemiydi hem de köy topluluğunun her üyesine kalitesi ve yerleşim yerine uzaklığı farklı topraklardan eşit pay verilmesini sağlıyordu. 

Köylü ile lort arasındaki istismar ilişkisini esas alan ikinci görüşe göre ise bu tarla uygulaması, lordun bir yandan tembelliği önlemek için köylüleri gözetleme ve denetleme, öte yandan da köylü işletmelerini geçimlik seviyeye göre ayarlayarak kendine ayırdığı bölümün büyüklüğünü ve dolayısıyla gelirini en yüksek düzeye çıkarma çabalarının bir sonucuydu.

İkili tarla rotasyonunun uygulandığı malikânelerde, tarlaların bir bölümüne kış ekimi yapılıyor; diğer bölümü ise üretkenliğini yeniden kazanabilmesi için boş bırakılıyor, yani nadasa ayrılıyordu. Ertesi yıl nadasa ayrılan tarlada ekim yapılıyor, ekilen kısım ise nadasa bırakılıyordu. Bu uygulama, Şarlman döneminden itibaren Sen ve Ren nehirleri arasındaki verimli topraklarda yerini üçlü tarla rotasyonu denilen yeni bir sisteme bıraktı. Bu sistemde ise tarlalar üç ana kısma ayrılıyordu. Bir bölümü, genellikle buğday, arpa ve çavdar tarımı yapılan kış ekimine tahsis ediliyordu. İlkbaharda ekilen bölümde ise büyük ölçüde yulaf ve baklagiller yetiştiriliyordu. Üçüncü kısım ise nadasa bırakılıyordu. Ertesi yıl nadasa ayrılan toprağa kış ekimi, kış ekimi yapılan bölüme ilkbahar ekimi yapılıyor; bir bölüm ise yine nadasa ayrılıyordu. Böylece her üç yılda bir başa dönülmüş oluyordu.

ORTAKLAŞA TARIM

Orta Çağ tarımının nihai bir özelliği de tüm zirai faaliyetin köy topluluğu tarafından sıkı bir şekilde kontrolünü ve ortaklaşa olarak yürütülmesini gerekli kılmasıydı. Sürüm, ekim, biçme ve harman zamanı her topluluk tarafından geleneklere, iklim şartlarına ve diğer faktörlere bağlı olarak düzenleniyordu.

Tek tip ürün tarımının yapılması zorunluydu. Çünkü ürün kaldırıldıktan sonra aynı günde hayvanların tarlalara salınması gerekiyordu. Eğer bir köylü, komşularından daha geç kaldırılacak bir ürün ekseydi, ürününü aç hayvanlara karşı koruması imkânsızdı; eğer daha önce kaldırılması gereken bir ürün ekseydi, komşularının tarlasını çiğnemeden kendi ürününü kaldıramazdı. Sistem herhangi bir yeniliğe kapalı idi. İnsanlar gelenek neyi gerektiriyorsa onu yapmak, ürünün ekiminde ve kaldırılmasında ortaklaşa hareket etmek ve herhangi bir değişikliğe kalkışmamak zorundaydılar.

SOSYAL YAPI

Orta Çağ’da toprak üzerinde yaşayan insanlar arasında, karışık bir sosyal ve hukuki farklılaşma vardı. Temel farklılık, toprağı işleyen insanlarla statüleri dolayısıyla çeşitli gelirlere hak kazanan lortlar arasındaydı. Yönetici sınıf, yani feodal aristokrasi toplumun %5’inden de azını meydana getiriyordu. Aristokrat sınıfın bir üyesi olan lordun tek veya birçok malikânesi olabilirdi. Bazı hâllerde tek bir zirai birliğin iki veya daha çok sayıda lort arasında bölünmesi de söz konusuydu. Feodal müesseseler kuvvetlendikçe bu tip uygulamalar az rastlanır hâle geldi.

Bu yapının alt tabakasını ise korunma ve adalet karşılığında mal ve hizmet üreten kölelerle serfler ve hür köylüler meydana getiriyordu. Bir ölçüde Orta Çağ’da da kölelik varlığını devam ettirmişti. Ancak Orta Çağ malikânesinde tipik işgücü organizasyonu, serfler ve sınırlı ölçüde de hür köylüler üzerine bina edilmişti. Serf köylü, köleden farklı olarak lordun kişisel mülkü değildi. Malikânenin bu alt tabakasını meydana getiren kesimin statüleri, malikâne lorduna karşı yükümlülüklerine göre belirlenmekteydi. Bu yükümlülüklerin genel bir tasnifini vermek zordur. Çünkü her malikânenin geleneğine göre farklılık gösteriyordu

Hiç şüphesiz bu yükümlülüklerin en ağır ve önemlisi angarya idi. Orta Çağ başlarında malikâne lordunun ekili alanın bir bölümünün ürününü kendisine ayırması en doğal hakkı idi. Lordun doğrudan yararlandığı bu topraklara rezerv deniyordu. Bu toprak ayrı bir yerde etrafı çitlenmiş hâlde, toplu olarak bulunabileceği gibi açık tarla sisteminde köylülerin toprakları arasında dağılmış bir şekilde de olabiliyordu.

Rezervin alanı tarım yapılan malikâne topraklarının üçte biri ile dörtte biri arasında değişmekteydi. Lorda ait bu toprakların işlenmesi için gerekli işgücü, köylüler tarafından lorda karşı yükümlülüklerinin bir parçası olarak angarya şeklinde karşılanıyordu. Bir bütün işletmeye sahip olan her köylü, rezervde genellikle haftada üç gün çalışmak ve bu iş için gerekli saban, öküz ve aletlerden kendi payına düşeni getirmek zorundaydı. Yarım işletmeye sahip olan köylünün ise daha az angarya yükümlülüğü vardı. Zirai işgücü ihtiyacının doruk noktasına ulaştığı zamanlarda, hür köylü bile işgücü sağlamak zorundaydı. Lordun menfaatlerini gözetme ve köylülerin angarya hizmetlerini düzenleme işi lort tarafından tayin edilen kâhyalarca yürütülüyordu

Malikânede doğrudan lorda ait topraklarda işgücünün angarya şeklinde sağlanması, pazarın yokluğunun ya da sınırlılığının zorunlu kıldığı bir çözümdü. Lordun tüketmek istediği mallar demetini, organize bir pazar aracılığıyla elde etmesi güçtü. Böyle bir durumda işgücünün tahsisi yoluyla bu mallar daha düşük maliyetlerle sağlanabilirdi. Yani lort için, kendisine borçlu durumda olan işgücünü arzuladığı malların üretimiyle görevlendirmek, köylülerle her defasında pazarlık yapmaktan daha kolaydı. Özetle pazar imkânlarının sınırlılığı, Orta Çağ malikânesinde angaryayı işgücü organizasyonunun en etkin şekli hâline getirmişti.

Serfin angarya dışında lorda karşı başka yükümlülükleri de vardı: Kümes hayvanı ve yumurta verme, bazı özel ödemeler yapma bu yükümlülükler arasındaydı. Mesela kızının evlenmesi hâlinde köylü, lorda belirli bir ödemede bulunurdu. Özellikle bir diğer ağır yük, serf öldüğü zaman en iyi hayvanını lordun mirastan pay olarak almasıydı.
Serf, aynı zamanda toprağa bağlı olup lordun izni olmadan toprağını terk edemezdi. Kaçan bir serf, bulunduğu yerden zorla geri getirilebilirdi. Serf, yine kendi malikânesinden bir serfle evlenebilirdi; hür bir kadınla ya da başka mâlikâneye mensup biriyle evlenmesi lordun iznine bağlıydı. Serf, ürününü lordun değirmeninde öğütürdü. Aynı şekilde lordun fırını ve üzüm cenderesi de tekel niteliğindeydi. Serf, ayrıca malikâne ekonomisinin gerek gösterdiği posta hizmetleri gibi bazı küçük görevleri de yerine getirirdi.

Serf köylü, bu yükümlülüklerine karşılık kendisine ait küçük işletmesinden elde ettiği ürüne sahip olabilirdi ve ölümü hâlinde bu işletme parçalanmaksızın bir bütün olarak çocuklarına geçerdi.

Lordun köylülerle ilişkisi, bir toprak sahibi ile bir köylü arasındaki ilişkiden farklı bir nitelik taşıyordu. Lort, aynı zamanda onların yöneticisi ve dış tehlikelere karşı koruyucusu durumundaydı. Lort, malikânedeki anlaşmazlıkları ve davaları görerek karara bağlayan ve cezaları tespit eden bir mahkeme toplardı. Para ya da ürün şeklinde verilen cezalar lorda ödenirdi. Lordun ya da kâhyasının başkanlık ettiği malikâne mahkemesinin verdiği kararlara karşı itiraz edilemezdi. Bu kararlar, yazısız birer yasa niteliğinde olan malikâne geleneklerine göre alınırdı.

Orta Çağ malikânesindeki serf köylü ile lort arasındaki bu ilişkilerin niteliği önemli tartışmalara yol açmıştır. Serfliğin bir kurum olarak sözleşme niteliği taşıdığı iddia edilmiştir. Buna göre serf-lort ilişkisi, ayni ve nakdî ödemeler ve bazı şahsi hizmetler karşılığında korunma ve adaletin sağlandığı eşit taraflı bir ticaret olarak düşünülebilir.

Ancak bu yaklaşım, önemli itirazlara neden olmuştur. Sözleşme gibi modern bir kavramın serf-lort ilişkilerine uygulanmasının yanıltıcı olacağı belirtilmiştir. Serf, lorda bağımlıydı ve onun hareketleri statüsü ile sıkı bir şekilde sınırlandırılmıştı. Gönüllü bir anlaşma da söz konusu değildi. Savaşçı bir sınıf olarak lortları, köylüden gelir sızdıran bugünün mafyası benzeri bir örgüt olarak görmek daha uygun olurdu.

Öte yandan varlığı ileri sürülen bu serf-lort sözleşmesi nasıl uygulanacaktı? Çünkü bu sözleşmeyi adil olarak uygulayacak bir üçüncü taraf mevcut değildi. Malikâne mahkemesine lordun kendisi ya da temsilcisi başkanlık ediyor ve kararlar yazılı olmayan malikâne geleneğine göre alınıyordu. Yani sözleşmeyle ilgili konularda lort, karar veren taraf durumundaydı. Böyle bir sistem lordun serfi istismarına son derece elverişliydi.

Serf-lort ilişkilerini bir sözleşme olarak düşünen görüşü tamamen reddetmek de mümkün değildir. Uygulamada lordun gücünü sınırlayan bir unsur vardı. Bu unsur, emeğin kıt bir üretim faktörü olmasıydı. Orta Çağ’da lortlar arasında serfler için sürekli bir rekabet bulunuyordu. Baskı yüzünden malikânesinden kaçan bir serfi yakalayarak geri getirmek nadiren mümkün oluyordu. Bu nedenle lort, malikâne geleneklerinin belirlediği sözleşme esaslarını çiğnemekten kaçınmak ve belirli sınırlar içinde kalmak zorundaydı. Aksi takdirde serfler, malikâneden kaçarak sözleşmeyi bozabilirlerdi.

TİCARET

Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Doğu ile sürekli büyüyen ticaret dengesizliği, önemli bir ekonomik problemdi. Ekonomik açıdan daha ileri olan ve Batı’nın talep ettiği ipek, baharat, mücevher ve hububatı sağlayan Doğu’ya karşı Batı’nın köle dışında satabileceği bir malı yoktu ve bu yüzden ithalatını altınla ödemek zorundaydı. Sonuç, altın rezervlerinin Doğu’da birikmesi ve Batı’nın ithalatının karşılığını ödeyemez duruma gelmesiydi. Buna ek olarak 476’da Akdeniz bölgesinin siyasal birliği kaybolunca bazı iktisat tarihçileri, 5. yüzyılda Akdeniz’in iki ucundaki büyük ticaretin sona erdiği kanaatine vardılar.

Bu görüşe iki bilim adamı -Alfons Dopsch ve Henri Pirene- itiraz ettiler. Dopsch, Cermen istilacıların barbar oldukları görüşüne karşı çıktı ve onların bir zamanlar sanıldığından daha medeni olduklarını ileri sürdü. Barbar krallıkları, mevcut yönetimi ve imparatorluğun ticaretini kesintiye uğratmamışlar, aksine devraldıkları Romalıların ticari hayatını bir miras olarak korumuşlardı. 

Pirenne de Cermen halklarının Roma İmparatorluğu’nun son dönemindeki ticareti sürdürdükleri görüşünü kabul etti. O, Doğu ile ticari bağların bu dönemde de devam ettiğini belirtti; Fransa’da Suriyeli ve Yahudi tüccarların varlığına dikkat çekerek Marsilya’nın 6. yüzyılın sonunda hâlâ Batı Avrupa’ya Doğu Akdeniz mallarını arz eden büyük bir ticaret merkezi olduğunu ileri sürdü.

Pirenne’in bu tezinin ana kanıtlarından biri, Avrupa’ya hâlâ Mısır’da yapılan papirüsün ithal edilebilmesiydi. Pirenne’in Doğu ile Batı Akdeniz arasındaki ticaretin devamlılığına dair bir diğer dayanağı Frank krallarının para sisteminin, Roma ve Bizans para sisteminin aynı olmasıydı. Nitekim altın paraları solidus, gümüş paraları ise denariusdu. Tüccarlar, Avrupa’ya Doğu Akdeniz mallarını getirdiler ve bunlara karşılık Cermen kabilelerinin kendi içlerindeki ve Slavlarla savaşlarının bir sonucu olarak bol miktarda bulunan köleleri götürdüler. 570 ’lerden sonra Akdeniz bölgesinde ticaret 8. yüzyılın başlarına kadar genişleyerek devam etti.

Pirenne, Akdeniz ticaretinin, 5. yüzyıldaki Cermen istilaları yüzünden değil de 7. yüzyılın sonlarındaki Müslüman fetihlerinden dolayı kesintiye uğradığını ileri sürdü. Ona göre, Karolenjler döneminde Avrupa ekonomisinin gerileyişinin nedeni buydu. Sekizinci yüzyılın başlarında ekonomik bir durgunluk başlamış; üretim malikânelerde toplanmış; âdeta doğal bir ekonomiye dönülmüştü. Bunun bir açıklaması; Müslümanların 641’de Mısır’ı ele geçirmelerinden sonra, Bizans’a Habeşistan’dan altın akımının kesilmesiydi. Artık Bizans’tan da Batı’ya altın gelmiyordu. Para olarak gümüş altının yerini almıştı. Altın paranın piyasadan kaybolması ticaretin yokluğunun bir işaretiydi.

Pirenne’in tezine pek çok eleştiri yapıldı. Robert S. Lopez, Müslüman ilerlemesinin kültürel olarak Cermen istilalarından daha etkili olduğunu kabul etmekle birlikte ekonomik konularda farklı açıklamalarda bulundu. Ona göre Akdeniz’in Müslümanlar tarafından kontrol edilmesiyle aynı zamana rastladığı ileri sürülen Batı Avrupa’daki pek çok yokluk, Arap fetihleriyle ilgili değildi. Nitekim Fransa’da 8. yüzyılın ikinci yarısına kadar altın para basılmıştı. 9. ve 10. yüzyıllar boyunca Doğu’nun lüks dokuma mamullerinde Akdeniz ticaretinin devam ettiğine dair kanıtlar bulunmaktaydı.

Lopez’e göre, Müslümanların ilerlemesiyle Akdeniz ticaretinin kesilmesi şeklinde derhâl etkisini gösteren bir sonucun ortaya çıktığını söylemek doğru değildir. Bu kopuş, elli yıl kadar sonra oldu ve bu kopuşun sebebi de Bizans ile İslam İmparatorluğu arasındaki düşmanlıktı. Bu düşmanlığın sonucu olarak Müslümanların egemen olduğu bölgelerde ve genel olarak Akdeniz’de Bizans altın parasının dolaşımı kesilmişti.

Ancak F. Vercauteren, Pirenne’in bu açıklamalarının tamamen bir tarafa atılamayacağını da belirtmektedir. Ona göre ticaret, 4. yüzyılın başından 9. yüzyılın sonuna kadar dalgalanma göstermiştir. Akdeniz’de ticaret, 4. ve 5. yüzyılda azalmış, 6. yüzyılda ve 7. yüzyılın başında canlanmış, 7. yüzyılın sonunda ve 8. yüzyılın başında yine azalmış ve 9. yüzyıl boyunca da muhtemelen bu düşük seviyesinde kalmıştır. Cermen istilaları da Müslümanların ilerlemesi de ticaretin tamamen son bulmasına neden olmamıştır. Çünkü her ticari gerilemenin yol açtığı kayıplar, başka ticari bağların gelişmesiyle giderilmiştir. Kuzey’de ticaret 6. yüzyılda, 8. yüzyılın sonunda ve 9. yüzyılda canlanmıştır. Bu canlanma, Vikinglerin Rusya kanalıyla İskandinavya ile İstanbul arasında kurdukları ticari bağlardan kaynaklanıyordu.

Özet olarak Karolenjler döneminde, barbar krallıkları döneminde olduğundan daha şiddetli bir ticari depresyon yaşandığı tezi bugün kabul edilmemektedir. Ancak dönem boyunca Batı ve Doğu Avrupa ile Uzak Doğu arasındaki ticaretin Batı’nın alım gücünü sağlayan altının azalması sonucu gerilediği bir gerçektir. Fakat bu değişmenin çapı tartışmalıdır. Batı’da doğu malları için mevcut efektif talep karşılanmış olmakla birlikte, Roma İmparatorluğu’nun 250’lerdeki zengin ticaretinin Orta Çağ’ın ilk yarısında kaybolduğu da bir gerçektir.

ŞEHİRLER VE SANAYİ 

Ticaret gibi şehir hayatı da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışını takip eden yüzyıllarda küçüldü, fakat sönük bir şekilde de olsa ayakta kaldı. Şehirlere 5. yüzyılın istilacıları çok zarar verdi: Çoğu şehir yakıldı, bir kısmı yıkıldı ve harabe hâline geldi. Yine de pek az Roma şehri tamamen tahrip oldu ve bir yerleşim yeri olma özelliğini kaybetti ya da köye dönüştü.

Pek çok şehir ya kesintisiz şekilde devam etti ya da kısa bir kesintiden sonra yeniden şehir hâline geldi.

Bu dönemde şehirlerde devamlılığı sağlayan unsur, surları ve Hristiyan kilisesinin kurumlarıydı. Roma şehirlerinin sağlam surları istilacıları derinden etkiledi. Yıkılmaz nitelikte olan surlar, istilacılara karşı şehir halkının tek güvenlik kaynağıydı. Batı Roma İmparatorluğu’nun pek çok şehrinin surları Orta Çağ boyunca ayakta kaldı. Bu duvarlar, arkalarındaki insanlara güvenlik sağladı. Tüccar, mallarını depolayabileceği ve güvenlik içinde satışa arz edebileceği bir ortam olarak bundan yararlandı.

Şehir hayatında devamlılığı sağlayan ikinci önemli unsur kilisenin kurumlarıydı. Hristiyanlık bir şehirli diniydi ve onun organizasyonu devletinkine benziyordu. Katedraller, pazara yakın bir yerde bulunuyor ve pazar için bir güvenlik ve barış garantisi sağlayarak tüccarı çevresine çekiyordu. 6. ve 7. yüzyıllarda keşişlik, Batı Avrupa’da yaygınlaştı. Manastırlar, bir şehrin duvarlarının dışında, fakat yakınında ikinci bir yerleşim bölgesinde yarı şehirli bir topluluk oluşturuyorlardı. Bunların kuruluşu yeni tüccar, seyyah ve göçmen gruplarını buralara çekiyordu. Manastırlar, aynı zamanda önemli üretim bölgeleriydi. Onlar hububat, şarap, hayvan ürünleri ve dokuma mamulleri üretiyorlar ve fazlalarını pazarlarda satıyorlardı.

Orta Çağ’ın ilk yarısında sınai mamul mal üretimi sınırlıydı. Mahallî kendi kendine yeterliğin geçerli olduğu bu dönemde, pazarlar ve ticaret tamamen kaybolmasa da değişimi yapılan mallar oldukça değerli mallardı. Günlük kullanılan basit ve bayağı malların ticareti ise son derece sınırlıydı. Aileler ve köy toplulukları kullandıkları araçları, dokuma ürünlerini, silahları ve gerek duydukları diğer sınai malları kendileri üretiyorlardı. Bu dönemde uzak mesafeli ticaret pek çok şekilde sınırlanmıştı. Düşük değerli malların kazancı, uzak mesafelere taşımanın yüklediği maliyet ve riski karşılamıyordu. Bu yüzden bölgeler, basit ve ucuz mallarda kendi kendine yeterli bir durumdaydı.
Roma İmparatorluğu’nun son döneminde başlayan bu mahallî kendi kendine yeterlik, Orta Çağ’da malikâne sınırları içinde benzer bir otonomiye yerini bıraktı. Malikâne içinde üretilemeyen bazı lüks mallar dışında, tüm yiyecek ve mamul mallarda kendi kendine yeterli olma eğilimi çok fazlaydı. Malikâneler, aynı zamanda birer sına, üretim merkezi durumundaydı.

Kumaş, kereste, tuz, demir araçlar büyük ölçüde serfler tarafından üretiliyordu. Köylüler ürettikleri bu malların bir kısmını vergi olarak lorda veriyordu. Bazı malikânelerde iplik eğiren ve kumaş dokuyan kadınların çalıştığı atölyeler bulunuyordu.

KAYNAK:

Prof. Dr. Ahmet Kala İKTİSAT TARİHİ

Reklam (#YSR)