EVLİYA ÇELEBİ’DEN CİNNİ VE CADI HİKAYELERİ

EVLİYA ÇELEBİ CİNNİ VE CADI HİKAYELERİ

Evliya Çelebi

Evliya Çelebi, hem coğrafi anlamda hem de sosyolojik tahliller açısından yaşadığı dönemi en iyi anlatan seyyahların başında gelirKaleme aldığı “Seyahatname” isimli çalışmasında gezdiği yerlerin yanı sıra bölgenin dil, ağız, gelenek ve mitolojik inançlarını özümseyerek kaleme almıştır. Evliya Çelebi, gezdiği yerlerde İslam ve Hristiyanlık inançlarıyla var olan toplulukların derin kültürel mitolojik yansımalarını da oldukça net anlatmıştır. 

Arapça, Farsça, Latince Rumca bilen Evliya Çelebi ciddi bir eğitim görmüştür ve Padişah IV. Murad ile çok yakın bir dostluk kurabilecek kadar saray içindedir. 

Türk Mistisizmi

Her topluluk hangi inancı yaşarsa yaşasın, bir önceki inanç veya mitolojik algılarını kaybetmez. Yaşam ve inanç modelinde az ya da çok önceki inanç veya mitolojik yansımasını yaşatır. 

Türk mistisizmi, Orta Asya’dan Adriyatik Denizine kadar kendini çağlar boyunca yaşamaya devam etmiştir. Zamanın ve bölgesel etkinin verdiği güce göre kâh yoğun kâh daha az bir şekilde varlığını sürdürmüştür. 

Türk mistisizminde en etkin karakterlerin başında Eril (Şeytan), Kötü Tin (Cinler) ve Tamug (Cehennem) gelmektedir. İslam inancında bulunan Şeytan, Cin ve Cehennem kavramı, Türklerin öncül inancı olan Tengrizim’de bulunan kavramlarla bir şekilde özdeşleşmiştir. 

Türk mistisizminde yer alan eşiğe basmama, çaputu bağ yapmama, gece tırnak kesmeme gibi kötü addedilen eylemlerin neticesi “Cin veya Şeytan gelir” İslami cümleleriyle neticelendirilir. 

Bahsi geçen kültürel mistisizm ve inanç harmanın en somut örneklerinden bazılarını Evliya Çelebi kaleme almıştır.  

Karakoncolos Gecesi

Evliya Çelebi, Azerbaycan ve Kafkasya seyahatini anlattığı yazısında, Hicri 1076 (1665) senesinin 20. Şevval gecesi Hatukay Çerkez diyarı Pedsi köyünde yaşadığı bir olayı şöyle nakletmiştir: 

Zifiri karalık  bir gecede yıldırımlar aniden kıyametler gibi kopmaya başlar. Ortalık Çerkez kadınların nakış işleyebilecekleri kadar aydınlanır. Durumdaki harikuladeliği sezen Evliya civardaki Çerkezlere sorup, “vallahi yılda bir defa böyle karakoncolos gecesi olur,  Çerkez oburları (cadıları) ile Abaza oburları göklere uçup ceng-i azim eder, vuruşurlar” cevabını alır. Sonra da dışarı çıkıp korkmadan seyr-i temaşa etmesi tavsiye edilir.

Yetmiş, seksen kişiyle birlikte dışarı çıkan Evliya,  büyük ağaçlar, küpler, tekneler, hasırlar, araba tekerleri, fırın söykeleri ve daha nice benzer eşyalara binmiş Abaza cadılarıyla; at ve sığır leşlerine, deve ölülerine binmiş, ellerinde yılanlar, at deve kelleleri olan Çerkez cadılarının savaşa tutuştuğunu hayretler içerisinde görür.

Tam 6 saat süren bu vuruşmada kulakları sağır eden bir gürültü ortalığı kaplar. Havadan yere keçe, sırık, küp, tekne, kapı gibi eşya parçalarıyla, araba tekerleri, en nihayet at, insan ve sair hayvan uzuvları yağmaktadır.  7 Abaza oburu ve 7 Çerkez oburuyla sarmaşıp yere düşer, Çerkez cadıları hemen 2 Abaza cadıyı kanlarını emerek öldürür ve ölülerini ateşe atarlar.  Horozların ötmesiyle biten savaşın ardından oburlar (Cadılar) da  giderler.

Evliya böyle hikayelere dair gayet “münkir” olduğunu fakat kendisiyle birlikte bilcümle zevatında bunu görüp hayretler içinde kaldıklarını belirterek, ahalinin de 40 – 50 yıldan beridir bu denli şedid bir “karakoncolos gecesi” görülmediklerini söyler.

Ve devamında  şöyle der:

“… bu diyarda karakancolos gecelerinde ortaya çıkan ve insan kanı içen cadılar olduğunu da yazar. Halkın Evliya’ya anlattığına göre, bazı gecelerde cadılar musallat oldukları kişinin kanını içip hasta etmektedirler.

Eğer kanı içilenin kimsesi yoksa yatağa düşer ve ölür. Varsa, hasta yakınları bir “cadıcı” ile mezarlıkları dolanıp cadının çıktığı, toprağı eşilmiş mezarı ararlar. Bulup, mezarı kazıdıklarında adamın kanını içtiğinden gözleri kan çanağı misali “pörtlemiş” cadı leşi teşhis edilir.

Bu halde, cadı hemen mezardan çıkarılarak “göbeğine” uzunca böğürtlen kazığı çakılır. Hayattaki başka bir cadının ruhu bu bedene de hulul etmesin (geçmesin) diye de ateşte yakılır. Allah’ın emriyle cadının sihri batıl olup, kanı emilen adam tez vakitte şifa bulur.

Cadı Üstadları

Yine Evliya Çelebi’nin anlatılanlardan naklettiğine göre bu diyarlarda yaşayan cadılar da vardır ki halkın arasında gezer de bilinmez. Fakat vakti zamanı gelip kudurunca, tuttuğu birinin kulağı arkasından kadını emer. Adam gün be gün hasta olur. Derhal akrabaları bir “cadı üstadı” bulup köy, kasaba, şehir şehir dolanıp gözleri kan içmekten kan çanağına dönmüş cadıyı aralar ki yakalayıp zincire vurarlar.

3 gün 3 gece zincire vurulan cadı, yaptığını ve cadılığını itiraf ettiğinde hemen yatırılıp göbeğine böğürtlen kazığı çakılır. Çıkan kan, kanı emilmiş adamın yüzüne gözüne sürülünce hasta derhal şifa bulur. Cadının leşi de ateşe atılıp yakılır.  Bu cadılık derdi taundan (vebadan) fenadır, Moskof, Leh, Çek taraflarında hayli yaygındır vesselam.

Çalıkkavak Köyü’nde

Evliya Çelebi’nin bir başka mistik hikayesi de Bulgaristan da geçmektedir.

Evliya Çelebi, Rumeli’de (Bulgaristan’da) Çalıkkavak köyünde, bir “kefere” hanesinde konaklamakta ve ateş karşısında istirahat etmektedir. Kapıdan içeri saçı başı dağınık, çirkin yüzlü, yaşlı bir acuze kadın girer. Çekinmeden gelip ateşin başına oturur ve kendi lisanında küfürler savurmaya başlar.

Evliya, önce dışarıdaki adamların kadını kızdırmış olabileceğini düşünür ve çağırtıp sual ettiğinde, “haşa bir şeyden haberimiz yoktur” cevabını alır. Sonra bu acuzenin etrafına kızlı erkekli 7 çocuk gelip onlar dahi ateşin etrafını sararlar ve hep birlikte “çağıl” “çağıl” Bulgarca konuşmaya başlarlar. Evliya ise “ne garip temaşadır” diyerek bunları seyre koyulur.

Gece yarısı olunca çıkan gürültü ve patırtılar Evliya’yı uykusundan hoplatır. Evliya, acuze kadının kapıyı açıp içeri girdiğini ve ocaktan aldığı bir avuç külü fercine sürdüğünü görür. Sonra küle bir efsun okuyarak ocak başında yatan bu 7 çocuğun üzerine saçar.  Yedisi birden iri piliçlere dönüşerek “civ”, “civ”, “civ“ demeye başlarlar. Hemen elinde kalan külleri kendi başına serpince o an büyük bir tavuğa olup “guruk”,  “guruk” diyerek kapıdan çıkarı çıkar. Piliçler dahi ardı sıra çıkarlar.

O an evliya, “Bre oğlan” diye feryat ettiğinde, adamları hemen koşup gelirler ve burnundan kan boşaldığını görürler.  Evliya ise onlara, “bu ne haldir bre, dışarı çıkın bakın hele bir kütürtüdür kopuyor” der.

Dışarı çıkan adamlar görürler ki, tavuk ve piliçler atlar arasında gezinmekte, atlar ise birbirleri üzerine yarışıp kendilerini helak etmektedirler. Köydeki “kefereler” ise durumdan haberdar olup, gelip hemen atları bağlarlar. Cadı ve tavuklar ise bir tarafa gider.

Bundan sonrasını Evliya’nın adamı şöyle anlattır;

Bir baktık ki bir kefere, zekerini çıkarmış tavukların üzerine sepe sepe işemektedir. O an sekiz tavuk benî âdem (insan) olup biri yine o ihtiyar acuze oldu ve o işeyen kefere ve sair kefereler acuze kadını, çocukları kollarından tutup döve döve ve bir tarafa götürdüler. Ardı sıra gidip baktık ki meğer vardıkları yer kilise imiş. Hatunu papaza teslim edip papaz okuyup üfleyerek ‘afaroz-u mandolos’ eyledi.

Evliya anlatısına şöyle devam eder;  – Bu olay üzerine adamlarım yemin verdiler.  Antepli Müezzin Mehmet Efendi ve adamları, Mataracıbaşı ve adamları hepsi bu olayı görüp tavuğun insan olduğuna şahit oldular dediler.

O gece sabaha kadar korkumdan veya kanımın hareketinden burnumun kanı dinmedi. Ta vakit sabah olduğunda kandan kurtuldum. Sonra müezzin ve mataracının adamlarını çağırıp sordum  -Vallahi akşam tavukların üzerine o Bulgar kefere işeyince tavuklar adam oldu. İsterseniz işeyen herifi getirelim.– dediler. Ben de ‘Canım, haydi getirin.’ dedim.

Gelen Bulgar gülerek; ‘Sultanım, o karı başka soydur, yılda bir kere kış geceleri öyle karakoncolos olurdu ama bu yıl tavuk oldu, kimseye zararı yoktur.’  deyip gitti.

İşte bu hakir mezkûr Çalıkkavak’ta böyle bir temaşaya şahadet edip aklım başımdan gide yazdı ve Çalıkkavak balkanı’nın hâli ahvâli pûr-melâli böyledir,  Hudâ hıfz ide” diyerek anlatıyı noktalar.

Kalmuk Şamanı

Bir Kalmuk şamanı ile yaşadığı hikayesi ise oldukça enteresandır.

Harap viran köyler beldeler geçip, yılan, çıyan ve kargalara mesken yıkık kaleler aşan Evliya Çelebi ve beraberindekiler bu kez Tatar vilayetinden İstanbul’a dönmektedir. Yolda, artık çarşı, pazar, dükkân ve hamamları kalmamış bir zamanların mâmur şehirlerinden geçeler.  Bir su değirmeninden başka ne han ne hamam ne bağ ne de bahçelere rastlarlar.

Hâlbuki der Evliya “zaman-i kadimde bu vilayetler âbâd idi, ammâ şimdi harab olup akçe ve pul ve bâğ u bâğçe ve çârsûyı bazar ve hân u hammâm ve dahi kilise dahi kalmamıştır. Ahali ise ne kâfirdir ne müselmân.” Dedikten sonra, “Bu kalelerin bazıları zamanında değerli mücevherlerle süslenerek yapılmışlarsa da Tatar eline girdikden sonra sual ne lâzım, cevâhir mi kalır? ” diye serzenişte bulunur.

Evliya ve beraberindekiler, İstanbul yolunda Azak’tan doğru ilerleyip Kuban nehrini geçmek zorundadırlar. Gemi olmadığından nehrin kenarına varıp çadır kurmak isterler, fakat soğuktan donmuş toprağa çadır kazıklarının girmesi bile mümkün olmaz.

Bu esnada dehşetli bir rüzgâr esmeye başlar.  Çadırları havaya savurup arabaları baş aşağı eder, atlar öteye beriye koşuşup ortalık bir anda “hercümerç” olur. Yanlarındaki “Kırım gazileri “eyvah” çekip “sihre uğradık diye feryâd-ı figan ederken Mehmed Paşa mahiyetine muavvizeteyn surelerini (Felak ve Nas) okumalarını emreder ve nihayet rüzgâr sükûnet buldur. Devamını Evliya’dan dileyelim;

Ardından bir köse Kalmuk Tatarı çıka geldi ve Paşa’ya:  “Paşa bana zararının dokunmayacağına yemin ver” dedi. Paşa da Kuran’a el vurup yemin etti.

Bunun üzerine Kalmuk:

‘Sultanım, sizin başınıza rüzgârı, kızıl kıyameti koparan, bu kadar arabaları, çadırları yere vuran bendim ki marifetimi size izâr edeyim istedim. İmdi, eğer bu nehri aşmak niyetindeyseniz, bana bir at, bir kürk ve yüz kuruş verin. Yine kızıl kıyamet koparıp ve bu suyu dondurup, buz hâline koyayım. Cümleniz selametle karşıya geçip, maksadınıza nail olasız” dedi.

Bîçare Mehmet Paşa, ‘Bre medet, öyle olsun hadi!’ deyip, Kalmuk’un istedikleri verdirtti. Kalmuk, atını alıp, bir tarafa bağladı ve orman içine doğru yürüdü.

Adamım ardından ormanın içine gizlice süzülen Evliya Çelebi Kalmuk’un yaptıklarını gizlendiği yerden hayretle izliyordu.  Kalmuk Tatarı bir ağacın dibinde def-i hacet edip kıçını yukarı çevirip kar üstünde taklalar atarak bir takım hareketler yaptı. Sonra ellerini yere koyup ayaklarını havaya kaldırıp, necasetini alnına sürerek bir müddet bu şekilde durdu.

Birden doğu, batı ve kuzey taraflarından kara bulutlar toplaşıp, gök gürlemesi ve şimşek ile bir büyük rüzgâr koptu. Kalmuk Büyücüsü, necasetinin etrafında üç dört defa dönüp, eliyle parçalar alıp havaya savurdukça yıldırımlar çakıp kıyametler kopar oldu.

Bu sırada askerler, Paşa’nın emriyle toplaşıp buz kesen nehirden karşıya geçmeye başlamışlardı. Fakat Dîvân efendisi ve mutaassıp birkaç zât ise sihir tesiriyle oluşan bu buzdan geçmeye reddetmişlerdi. Paşanın, geçmelerini emretmesiyle yine de Felak, Nas sureleri ve esmâü’l-hüsnâları okuyarak geçmeye koyuldular. Ancak okudukları dualar sihri bozduğundan buz delindi ve bir kısmı suya düşüp boğuldu.

Bu sırada hızla koşup gelen Kalmuk’lu büyücü ise sihrini bozdukları için başındaki kalpağını yere vurup feryat ü figan bağırarak Paşa’ya ve buz üstündekilere “Arapça” okumadan hızlı hızlı geçmelerini tembih etti.

KAYNAKÇA 

https://tarihvemedeniyet.org/2012/10/osmanlida-cadilar-vampirler-ve-buyuculer.html

 

Reklam (#YSR)