Divan Edebiyatı

Divan edebiyatı, Türklerin, müslümanlığı kabul etmelerinden sonra islam medeniyetini etkisinde ortaya koydukları edebiyat türüdür. İslami edebiyat, yüksek zümre edebiyatı, havas edebiyatı, saray edebiyatı, enderun edebiyatı, klasik edebiyat, eski edebiyat gibi adlarla da anılan bu edebiyat en yaygın kullanımla Divan Edebiyatı adıyla anılmıştır. Bunun nedeni şairlerin manzumelerini topladıkları eserlere Divan denilmesidir. Divan Edebiyatı, saray ve medrese çevresinde aydın topluluğun edebiyatı olarak gelişti.[1] Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra medrese kültürü ile yetişen şairlerin Farsça’yı edebiyat dili olarak benimsemeleri, aruzun Türk Edebiyatına da girmesini sağladı. Divan şiiri, kurallarını Arap ve Fars edebiyatından alan aruz vezni ile yazıldı. Gazel ve kasidenin Arap, mesnevi ve rubainin Fars edebiyatı kökenli olmasına karşılık daha az kullanılan tuyuğ ve şarkı Türklerin Divan edebiyatına kazandırdığı nazım şekilleri olmuştur.[2][3] Genellikle aşk temalı şiirler yazılırken, söz sanatına ve mazmunların kullanımına çok önem verildi. 19. yüzıldan sonra Divan edebiyatı gittikçe zayıflamaya başladı. Büyük şair ve yazarların yetişmemesi, yetişen şairlerin kendisinden öncekileri taklit etmesi ve son olarak Namık Kemal başta olmak üzere [4] Divan edebiyatının konusuna yönelen tenkitler bu edebiyatın gözden düşmesine yol açtı. Batı edebiyatının etkisindeki Tanzimat edebiyatı ile birlikte yeni biçimler ve konular kullanılmaya başlandı.

Divan edebiyatının tarihi gelişimi 

Hayâlî (şair)

Türkiye topraklarında Divan edebiyatının ilk örnekleri 13. yüzyılda ortaya çıkmıştır. 13. yüzyılın sonunda Horasan’dan gelip Konya’ya yerleşen Hoca Dehhânî, İran klasik edebiyatını örnek alan ilk klasik Türk şairi olarak kabul edilir.[5] Selçuklu sarayında bulunmuş, eğlence ve irfan meclislerine katılmış olan Hoca Dehhânî, dönemindeki çoğu şairin dinî-tasavvufî konularla ilgili eserler kaleme almasına karşılık içki meclisleri gibi dünya zevklerini, dünyevî aşkın çeşitli yansımalarını, hayatın geçiciliğini, bu yüzden içinde bulunulan zamanı hakkıyla yaşamak gerektiğini nakleder. Bu özelliğiyle Dehhânî din dışı edebiyatın Anadolu’da gelişen Divan edebiyatındaki ilk temsilcisidir.

Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmasından sonra kurulan Anadolu beyliklerinin merkezinde Farsça’dan Türkçeye geniş bir çeviri hareketi gerçekleşti.[5] Uçlarda Türk dili ve halk kültürü egemendi. Türkmen beyleri yüksek Fars kültürüne yabancı idiler. Bu kültürü onlara saraylarında musahib şairler aktaracaktır. Bu devirde özellikle İran şairlerinin kaside ve gazellerinde işlenen içki, aşk, tasavvuf, eğlence konuları, onların kullandıkları imgeler, başvurdukları benzetmeler Türkçeye aktarıldı.[1] Gene bu örneklere dayanan aşk, serüven, tasavvuf konularıyla ilgili mesneviler yazılıyordu. Ancak uzun ünlüsü olmayan Türkçenin aruz veznine uydurulması güçlükler yaratıyordu. Böyle olduğu halde başlangıçta Türkçe sözlere, deyimlere hatta atasözlerine şiirde geniş yer veriliyordu. 13. yüzyılın sonu 14. yüzyılın başlarında Mevlevîler arasında manzumeler söyleyen bir tür gûyende(okuyucu) olduğu bilinen Şeyyad Hamza’nın Kuran-ı Kerim’de Ahsenü’l-Kasas olarak adlandırılan, Yûsuf suresi’nin kaynaklık ettiği Yûsuf Peygamberin hikâyesini anlattığı Yusuf ile Zeliha mesnevisi divan edebiyatında Anadolu sahasında kaleme alınmış ilk Türkçe Yusuf ile Zeliha mesnevisidir. Mevlana’nın Mesnevisinden ilham alarak yazılan ve adeta Türkçe bir Mesnevi olan Garibnâme (1330) mesnevisinin sahibi olan ve Yunus Emre yolunda şiirleri bulunan Kırşehirli Aşık Paşa, İlhanlılar’ın Anadolu valisi Timurtaş’ın vezirlerindendi. Aşıkpaşa gibi Kırşehirli olan Gülşehrî bu dönemin kuşkusuz en önemli şairidir. İran’ın en önemli şairlerinden Ferîdüddin Attâr’ın Mantıku’t-Tayr adlı eserini genişleterek Türkçeye çeviren Gülşehrî eserleri ile 14. Yüzyıl boyunca Anadolu’daki klasik Türk edebiyatının gelişmesinde büyük rol oynayacak olan Germiyanlı şairler üzerinde kuvvetli tesiri bulunur. Süheyl-ü nevbahar (1350) mesnevisinin sahibi Mes’ûd, Türkçeye tercüme ettiği Kelile ve Dimne çevirisini Aydınoğulları beyliğinde kaleme almıştı. Hüsrev ü Şirin (1367) mesnevisinin yazarı Fahrî de, Aydınoğulları beyliğinde yetişmişti. Mes’ûd ve Fahrî’nin eserleri Germiyanlı şairlerin ortaya çıkmasından önceki ilk Türkçe aşk-macera romanlarıdır.

Germiyanlı şairler Türkçeyi aruz veznine uydurarak klasik Türk edebiyatının temelini atmışlardır. Germiyanlı şairlerden Şeyhoğlu Mustafa, Şeyhî ve Ahmedî divan dili ve sanatındaki orijinallik ile, Osmanlı klasik edebiyatının kurucuları arasında sayılmaktadır.Yıldırım Bayezid padişah olmadan önce Kütahya sancakbeyi olarak Germiyan topraklarına yerleştiğinde Germiyanlı şairlerden bazıları Osmanlı hizmetine girdiler. Germiyanlı saray şairleri arasında Şeyhoğlu Mustafa önde gelen ilk şair sayılmaktadır. Şeyhoğlu aşk hikâyesi Hurşid ve Ferahşadı efendisi Germiyan beyi Süleymanşah için yazmış ancak onun ölümü üzerine Kütahya’da sancakbeyliği yapan Yıldırım Beyazıd’a sunmuştur.[6] Diğer Germiyanlı şairler gibi Şeyhoğlu da Osmanlıların Timur darbesinden sonra Yıldırım Beyazıd’ın oğlu Emir Süleyman’ın himayesine girmiştir. Edebiyat tarihçileri 15. yüzyılın divan şairlerinin en başında Şeyhî’yi anarlar. Germiyanoğulları beyliğinde yetişen Şeyhî de Yıldırım Beyazıd’tan sonra sırasıyla Emir Süleyman, Çelebi Mehmed ve II. Murad’a musahib olmuştur. Şeyhî’nin divanı dışında başlıca eserlerinden biri klasik Türk divan edebiyatında eşi benzeri olmayan Harnâmedir. Aynı zamanda bir hekim olan Şeyhi; Çelebi Mehmed’i tedavi edince, Çelebi Mehmed ona bir köy hediye eder. Köye doğru giderken Şeyhî, yolda soyulur ve dövülür. Bunun üzerine Harnâme’yi kaleme alır. Eserde kaderi yük taşımak olan bir eşeğin semiren öküzlere özenmesi üzerine başına gelenler mizahi bir dil ile hicvedilmiştir. Şeyhî’nin Harnâme adlı eserinin Türk Edebiyatında önemli bir yerinin olmasının ilk hiciv metni olarak kabul edilmesinin yanında Türk edebiyatının ilk Fabl örneği olarak kabul edilmesidir. Ancak edebiyatçılara göre Şeyhî’nin şaheseri, onun İran şairlerinden çok fazla ilhamlar ve izler taşıyan Osmanlı padişahı II. Murad’a sunduğu Hüsrev ü Şirin (1421-1429) adlı mesnevisidir. Divan’ı ve Çengnâme (1405) isimli mesnevisiyle tanınan Ahmed-i Dâ’i de ilk önce Yıldırım Bayezid daha sonra Emir Süleyman’ın hizmetine girmiş Germiyanlı şairlerdendir. Dâ’i’nin en başarılı eserlerinden Çengnâme devrinin yaşantısını, özellikle Emir Süleyman’ın işret meclislerini yansıtmıştır. Dâ’i, Emir Süleyman’ın Edirne’deki sarayında, onun işret meclislerinin baş konuğu olup bu meclisleri anlattığı Çengnâme’nin konusunu oluşturan Çeng, kanuna benzeyen, dik tutularak çalınan bir sazdır. Eser, çengin 24 teli ve klasik musikinin 24 makamından hareketle 24 bölüme ayrılmıştır. Türk edebiyatında varlıkların konuşması ve kendilerini anlatması, Çengnâme’de görülür. Bu mesnevide konuşan varlıklar çeng isimli çalgı aleti ve onu oluşturan ipek teller, servi ağacı, ceylan derisi ve at kılıdır. Germiyanlı şairler arasında eserlerinin genişiliği ve sanatı bakımından en önde geleni Ahmedî’dir. Germiyan’da yetişip daha sonra Osmanlı hizmetine giren, İskendername ve Cemşid ü Hurşid adlı mesnevileriyle tanınan Ahmedî’nin, Osmanlı şiirinin temellendirilmesinde önemli bir yeri vardır. Ahmedî’nin Edirne’de Yıldırım Bayezid’ın oğlu Emir Süleyman’a sunduğu ve sekiz bin beyitten oluşan İskendername mesnevisi Türk edebiyatında kaleme alınan ilk İskender romanıdır. Ahmedî’nin, yine 1403 yılında Emir Süleyman’ın isteği üzerine kaleme aldığı Cemşid ü Hurşid adlı mesnevisi onun en çok tanınan eserlerinden biridir. Ahmedî, Çemşid’i Hurşid’i İranlı şair Salman Saveci’nin aynı adı taşıyan 1700 beyitlik eserinden Türkçeye tercüme etmesinin yanı sıra beş bin beyite çıkaracak kadar esere kendisinden çok şey katmıştır.[6]

Ziya Paşa 19. yüzyılda, Ahmed Paşa, Necâtî ve Zâtî olmak üzere üç şairi, “Türk şirine temel koyan üç şair” olarak tarif etmiş ve Ahmed Paşa’yı Şeyhî ile Necâtî arasında yetişen şairlerden en büyüğü olarak kabul etmiştir. Fatih Sutan Mehmed ve Sultan II. Beyazıd dönemlerinde kazaskerlik, vezirlik, sancak beyliği ve kadılık gibi yüksek görevlerde bulunmuş olan ve kendi çağında şairlerin sultanı olarak bilinen Ahmed Paşa’nın (ö.1497) ünü Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını aşmış, daha o hayattayken İran, Orta Asya ve Hindistan’a kadar ulaşmıştır. Edirne’de dünyaya gelmesine rağmen hayatının büyük bir kısmını Bursa’da geçirdiği için Bursalı olarak tanınan Ahmed Paşa, hem gazel hem de kaside nazım şekillerinde başarılı eserler ortaya koymasına ve birçok tezkirecinin Ahmed Paşa’nın şiirlerinden takdirle bahsetmesine rağmen bazı edebiyat eleştirmenleri onu İran edebiyatının basit bir taklitçisi ve aktarıcısı olarak görmüşlerdir. Türk divan şiirinin gelişme döneminin en önemli isimlerinden biri olan Necâtî, o döneme kadar Türk divan şiirini fazlasıyla etkileyen İran şiirinden uzaklaşarak, halkın diline ve kültürüne önem vererek bunu şiirine yansıtmıştır. 16. yüzyılın büyük Osmanlı şairlerini etkileyen ve hatta 19. yüzyılda Ziya Paşa tarafından Türk şiirine temel koyan şairlerin üçüncüsü olarak anılan Zâtî’nin, Latifiye gore 3000 gazeli, Aşık Celebi ise 1600-1700 gazeli ve 400 kasidesi bulunduğunu belirtilmektedir.[6]

Ali Şir Nevai’nin Divan’nından bir sayfa

Fuzûlî’nin Divanından bir görünüm.

Orta Asya’da Çağatay Hanlığı topraklarında ortaya çıkan Uygur Türkçesi’nin bir kolu olarak gelişen Çağatay Türkçesi 15. yüzyılın sonunda özellikle Timurlular devrinde klasik bir mahiyet alarak, zengin bir edebiyat dili haline geldi. Timurlu hükümdarı Hüseyin Baykara’nın veziri Uygur Türkü Ali Şîr Nevâî, Türkçe yazan şairler arasında en seçkini olarak yükseldi. Muhakemetü’l-Lugateyn adlı eserinde Türk dilleri ve kültürü ile İran’ınkileri karşılaştırarak Türk dillerinin ve kültürünün üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştı.[7][8] 15. yüzyılın son yarısından başlayarak Tanzimat devrine kadar bütün Osmanlı şairleri edebi kültürlerini tamamlamak için Çağatay lehçesini öğrenip Nevâî’nin eserlerini okudular ve aynı lehçe ile ona nazireler yazdılar.

Doğu Türkçesinin Ali Şîr Nevâî ile ulaştığı klasik olgunluğun Batı Türkçesindeki en büyük temsilcisi Fuzûlî oldu. Bazı edebiyat otoriteleri tarafından sadece Azerbaycan sahasının değil tüm Türk edebiyatının en büyük klasik şairi olarak gösterilen Fuzûlî, Kanunî Sultan Süleyman’ın 1534’te Bağdat seferinden sonra padişaha beş kaside takdim edip ardından Veziriazam Pargalı İbrahim Paşa, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi gibi şahsiyetlere de kasideler sunarak Osmanlı devlet adamlarının himayesine girmeye çalışmıştır. Ayrıca Bağdat seferine katılan Osmanlı şairlerinden Hayâlî ve Taşlıcalı Yahya ile de tanıştığı ve onlarla dostane münasebetler kurduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Kanûnî Sultan Süleyman daha Bağdat’tan ayrılmadan Fuzûlî’ye maaş bağlanacağına dair söz verip sonradan bu maaş gündelik 9 akçe gibi onun azımsadığı bir miktardan ibaret kalınca yeni bir ilâve gerçekleşmiş, ancak şair yine de ünlü Şikâyetnâmesini kaleme alarak memnuniyetsizliğini belirtmiş ve Türk edebiyatının en güzel örneklerinden birinin ortaya koymuştur. Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnûn’u Türk edebiyatındaki en önemli lirik yapıtlardan biri olarak kabul edilmektedir.[9][10][11][12] Fuzûlî, eserinin yazılış sebebini anlatırken İstanbullu birtakım şairlerin kendisinden bir Leylâ ile Mecnûn hikâyesi yazmasını istediklerinde bunu bir imtihan olarak kabul ettiğini ve eserini kısa zamanda yazıp bitirdiğini söyler. Fuzûlî’nin bahsettiği şairler Kanûnî’nin Bağdat seferine katılan Taşlıcalı Yahyâ, Hayâlî, Celâlzâde Mustafa Çelebi ve Üsküdarlı Aşkî’dir. Fuzûlî’nin Osmanlı şiirindeki etkisi Zâtî, Hayâlî ve Taşlıcalı Yahyâ gibi birçok Osmanlı şairinin onun şiirlerine nazireler yazması ile görülür. Fuzûlî’nin şiir dili devrinin Osmanlı Türkçesi’nden uzak değildir. Onun hem Azerbaycan hem de Anadolu sahasında sevilmiş olmasının sebeplerinden biri bu özelliği olduğu kabul edilir. Fuad Köprülü, Fuzûlî’yi Osmanlı ve Azerbaycan edebiyatlarının müşterek bir şahsiyeti kabul etmenin edebiyat tarihi bakımından gerekli olduğunu söylemiştir.

Divan şairlerinden Bâkî

Birçok araştırmacıya göre 16. yüzyıldan itibaren Divan edebiyatı zirveye ulaşmıştır.[6][13] Klasik edebiyatın Ali Şîr Nevâî ve Fuzûlî ile ulaştığı olgunluğun Osmanlı şiirindeki en büyük temsilcisi ise Bâkî oldu. Özellikle Kanunî Sultan Süleyman ile yakın ilişkileri olan Bâkî, daha sonra II. Selim ve III. Murat zamanlarında da hem saraydan hem halktan büyük bir itibar ve ilgi gördü.[14] Vefat etmeden Sultanüş’şuâra yani Şairlerin Sultanı diye anılmaya başladı.[15] En önemli eserlerinden biri Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatı üzerine yazdığı Mersiye-i Hazret-i Süleyman Han isimli Kanuni mersiyesidir. Bu mersiye terkib-i bend şeklinde yazılmış; hem teknik olarak güçlü yapısı hem de ahengi ve dönemin ruhunu, özellikle edebiyat tarzını, güzel bir şekilde ifade ettiği için en ünlü mersiyelerden birisi olmuştur.[16]

17. yüzyılda Nâbi, oğluna nasihat vermek maksadıyla yazdığı Hayriyye isimli mesnevisi ile Divan edebiyatında didaktik şiir gelişti. Diğer taraftan kasideleri ile kendisinden sonrakiler üzerinde önemli bir tesire sahip olan Nef’i, devlet adamları başta olmak üzere toplumun farklı kesimlerini hedef alan [17] hicivlerinden dolayı idam edildi. Evliya Çelebi, 10 ciltlik Seyahatnâmesi ile nesirde gezi türü zirveye ulaşırken, Kâtip Çelebi de tarih ve coğrafya başta olmak üzere sayısız konu hakkında yazdığı eserlerle Divan nesrine önemli katkılarda bulundu. 18. yüzyılda Divan şiirinde hem dil hem de içerik bakımından birçok yenilik yapan [18] Nedim, neşe ve yaşam dolu şiirleri ile Lale Devri İstanbul’unu anlattı.[19] Sebk-i Hindi tarzının önemli bir temsilcisi sayılan Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk adlı eseriyle tasavvuf ve sembolizmi bir araya getirdi.[20] Dilde, temalarında halk söyleyişine, halk beğenisine yaklaşma eğilimine karşılık Fehim-i Kadim, Naili, Neşati, Şeyh Galip gibi şairler iç içe tamlamalara, karmaşık imgelere dayanan Sebk-i Hindi akımının temsilcisi oldular.

19. yüzyılda, Batılılaşma sonucunda oluşan karmaşık ve kendi değerlerine karşı yapılan eleştiri sonucunda Divan Edebiyatı artık gözden düşmüştür. Edebiyatı ilk eleştiren düşünür, Namık Kemal’dir. Tanzimat’la birlikte, Türk edebiyatında Batı etkisinde yeni biçimler, konular denenmeye başlanmıştır. Böylece, Divan Edebiyatı önemini yitirmiş; Cumhuriyet Dönemi’nde Yahya Kemal Beyatlı ve Arif Nihat Asya gibi şairler, Türk edebiyatında aruz ölçüsüyle (vezniyle) yazılan son şiirleri kaleme almıştır.[21] Divan edebiyatının “divan sahibi son şairi” ise Hamâmîzâde İhsan Bey’dir.[22]

Divan edebiyatında nazım 

Nazım, sözlük anlamıyla “sıra”, “düzen” demektir. Ama Divan edebiyatında nazım dendiğinde şiir anlaşılır. Divan şiiri, kuralları Arap ve Fars edebiyatından alan aruz ölçüsüyle (vezniyle) yazılmıştır. Bununla beraber, Nedim ve Şeyh Galip gibi bazı şairlerin hece ölçüsüyle yazılmış şiirlerine rastlamak mümkündür. Aruz ölçüsünde (vezninde) açık ve kapalı heceler çeşitli kalıplarda, kendilerine özgü bir düzen içinde sıralanır. Şairler eserlerini yazarken seçtikleri kalıba mutlaka uymak zorundadır. Aruz, esas olarak hecelerin uzunluğu ve kısalığı temeline dayanan bir şiir ölçüsüdür. Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra medrese kültürü ile yetişen şairlerin Farsça’yı edebiyat dili olarak benimsemeleri, aruzun Türk Edebiyatına da girmesini sağlamıştır. Aruz ölçüsü nazım şekillerine göre değişik kalıplarda kullanılır. Örneğin; Rubaî nazım şekli ahreb ve ahrem adı verilen belli aruz kalıplarıyla yazılabilir. Rubai’de mısralar; a+a+b+a şeklinde kafiyelidir 

Divan Edebiyatında Nazım Birimi 

Mısra 

Mısra Divan şiirinde aruz vezinli yazılmış bir satırlık nazım parçasıdır. Divan şiirinde en küçük nazım birimi mısra olmakla beraber, esas olan beyittir ve bu Arap edebiyatından gelmiştir. Arapça sözlük anlamı ile beyt ev demektir; mısra ise, çift kanatlı bir kapının kanatlarından her birine verilen addır ve beyitten ayrıdır.

Fakat az olsa da, tek başına bir mısra şekilnde bulunan bir nazım şekli de bulunmaktadır. Buna mısara-i azade (azade mısra) adı verilir. “Âzâde mısralar” bir şair tarafından hazırlanmış olan divanın en sonunda yer alırlar. Şair “azade mısraları” tek bir mısra halinde söyler ve diğer herhangi mısra ile hiç bağlantı kurmaz. Örnek:

Lisâna gelmeyen burhân-i vicdanı muattaldır. (Leskofçalı Galip)

Güzel söylenmiş ve herkesçe beğenilmiş bir mısra bazen tek başına olarak tanınır. Bunlar “azade mısra” olabildikleri gibi çok kere bir beyit parçası olabilirler. Bunlara mısra-i berceste (berceste mısra) adı verilir. Örnek:

Eğer maksûd eserse mısrâ-i berceste kâfîdir. (Koca Ragıp Paşa)

Bu güzel söylenmiş mısra bir beyit parçasıdır ve “azade mısra” değildir ama tek bir “mısra-ı berceste” olarak bilinmektedir.

Beyit

Aynı vezinle yazılmış iki mısraya beyit adı verilir. Beyit Divan şiirinin en önemli birimidir. Beyti meydana getiren iki mısra anlamca da ilişkili olması gerekir. Beyiti oluşturan iki mısra birbirlerine ya kafiyeli olabilirler ya da kafiyesiz olurlar. Beyitin ana öğeleri anlam ilişkisi ve aynı vezinde olmasıdır ve bir beyitte iki mısra kafiyeli veya kafiyesiz olabilirler.

Divan şiirinde beyit esas olduğu için anlamın bir beyit içinde tamamlanması ana kuraldır. Ancak istisnalar da görülür. Anlam bir beyitte tamamlanamayıp yardımcı beyitlerle anlam tamamlanmaktaysa bu beyitlere “merhun” adı verilir.

Beytin iki mısrasını birbirlerine kafiyeli olarak hazırlamaya tasri’ denir ve bu türlü yazılan beyite musarra denir. Bir divanda iki beyiti kafiyeli beyitler iki şekilde bulunabilirler. Birinci halde iki mısra kafiyeli beyit tek başına altındaki beyit ve üstündeki beyit ile hiç bağlantısı olmadan bulunur. Bu türlü altındaki ve üstündeki beyitlerle ilişkisi olmayan birbirine kafiyeli iki mısralık beyite “mufred” adını veren edebiyatçılar bulunmaktadır.

Halde ise birçok beyitlerden kurulu bir şiirin en başında biriyle kafiyeli iki mısradan oluşan beyitler bulunur. Bu tür kafiyeli iki mısradan oluşan beyitin başta olması gazel ve kaside türünde şiirler için bir kuraldır ve bu türlü şiirlerdeki bu türlü beyite ‘matla adı verilir.

Beni cândan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı?
Kamu bîmârına cânân devâ-yı derd ider ihsân
Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı?

Bu Fuzuli’nin bir gazelinden alınan iki beyittir. İlk beyitteki iki mısra tasridir yani kafiyelendirmiştir; beyit musarradır. Bu gazelin baslangıç beyiti olduğu için matladır. İkinci beyitteki iki mısra kafiyeli değildir.

Divan edebiyatında nazım şekilleri 

Ölçülü ve kafiyeli söz ya da yazıya “manzum” ya da “manzume” denir. Şiirde mısra sayısı, beyit veya dörtlük sayısı, sıralanış düzeni, kafiye yapısı gibi dış özelliklerin tümü, nazım biçimini oluşturur. Divan şiirinde pek çok nazım biçimi vardır.

Gazel: En sık rastlanan ve sevilen şiir türüdür. En az 5 beyitten oluşur. Aşk, ayrılık, güzellik gibi kavramları işler.

Yukarıda verdiğimiz gazel aynı zamanda bir “musammat gazel”dir. Yani hem yatay okunduğunda, hem de dikey olarak okunduğunda kâfiyeli ve anlam bütünlüğüne sahiptir. Şu şekilde de okunabilir:

Beni cândan usandırdı
Felekler yandı âhımdan
cefâdan yâr usanmaz mı?
murâdım şem’i yanmaz mı?
Kamu bîmârına cânân
niçin kılmaz bana dermân
devâ-yı derd ider ihsân
beni bîmâr sanmaz mı?

Kasîde: 17 beyitten uzun olan ve daha çok bir şahıs veya dini, tarihi önemli bir konuyu ele alır. Kıt’a: Dört mısrâdan oluşur.

Divan edebiyatı

  • Medh-i çar-yar-ı güzin)
  • Maktel-i Hüseyin
  • Miraciye
  • Hilye
  • Mevlid
  • Kırk hadis
  • Menkıbname
  • Kıyafetname
  • Sürname
  • Hamamname
  • Şehrengiz
  • Hicviye
  • Hezliyat
  • Tarih düşürme
  • Muamma
  • Lugaz
  • Dariye
  • Rahşiye
  • Evliya tezkiresi
  • Kısas-ı enbiya
  • Siyer
  • Tezkire
  • Tarih
  • Sefaretname
  • Seyahatname
  • Siyasetname
  • Münazara
  • Münşeat
  • Mecaz
  • Mecaz-ı mürsel
  • Teşbih
  • Telmih
  • Tecahül-i arif
  • İstiare (edebiyat)
  • Tevriye
  • Hüsn-i talil
  • Leff ü neşr
  • Kinaye
  • Teşhis ve intak
  • Tekrir
  • Tenasüp

Divan şiirinin konuları ve özellikleri 

Aşk teması, divan şiirinin merkezini oluşturur. Divan şiirinde Kur’an, hadisler, Muhammed ve kutsal kişilere ilişkin rivayetler, tasavvufun ortaya attığı sorular da işlenmiştir. Divan şiirinde, Türk kültürüne ilişkin ögelerden de yararlanılmıştır.

Divan Edebiyatı eserlerinde aşk, aşık-maşuk kalıbı her zaman bulunur. Aşk uzlaşımsaldır; yani temel özellikleri hiç değişmez. Mesela bütün aşklar tek yanlıdır, aşık hep sever, acı çeker, hiçbir karşılık görmez, her zaman sevdiğinden ayrı kalışını dile getirir, ayrıca rakipleri de vardır. Bu yüzden, her zaman kıskançlık içinde kıvranır durur. Sevilen ise hemen her zaman aşığına ilgisiz davranır, onu tanımazlıktan gelir. Sevilen hep bir sultan, efendi, sahip kimliğinde gösterilir. Sevilen şah, aşık ise kuldur. Aşık için en tehlikeli durum, sevilenin eziyet ve cefa çektirmekten vazgeçmesidir. Divan şiirinde betimlenen sevilen tipi de tektir ve değişmez. Bütün divan şairleri farklı çağrışımlara yol açabilecek mazmunlar kullansalar da, gerçekte tek bir tip sevilen imajı çizerler. Bu geleneksel sevilen tipinin, “boyu servi gibi uzun, beli ince, saçları uzun ve siyah, yanakları gül kırmızısı, gözleri siyah, bakışları kılıç gibi keskin, ok gibi yaralayıcı”dır. Başka bir özelliği de, sevilenin hep genç oluşudur. Böyle betimlenen sevgilinin aşığının (yani şairin) gözyaşı “Nil” ya da “Fırat” ırmakları gibi akar. Hatırlatmak gerekir ise, Divan şiirinde, bütün şairlerin kullandığı bu tür benzetmelere “mazmun” denir[kaynak belirtilmeli]. Mazmunları yerli yerinde ve başarılı bir biçimde kullananlar başarılı şair sayılırdı.

Divan şiirinde aşk iki türlü işlenmiştir: Dünyevi aşk ve ilahi aşk. Aşk konusu şairin dünya görüşüne koşut olarak anlam kazanırdı.

İlahi aşk konusunda, tasavvuf yoluna giren şair için amaç mutlak güzellik olan Tanrı’ya kavuşmaktır. Bu da ancak maddeden sıyrılıp benliği yitirmek ve aşk (dervişlik) yoluna girmekle olur. İlahi aşk; maddi aşkla başlar: Dünya üstündeki bir güzele aşık olan şair, dünyanın güzelliklerine aşık olan şair, bu durumu soyutlama yoluyla ilahi aşka dönüştürür ve Tanrı’nın benliğine kavuşmaya çalışır; Tanrı’da kendi benliğini eritme anlamına gelen “fenafillah” aşamasına erişince de gerçek mutluluğu bulur. Ancak, bu aşama ölümden sonra gerçekleşebilecektir. Divan şiirinde sevilenin, erkek kimliğinde görülmesi, doğrudan doğruya tasavvuftan kaynaklanır. Yunan düşünürü Platon’a kadar uzanan bu yaklaşımda, en saf ve en gerçek aşk önemlidir; tensel zevkler ve cinsellik söz konusu edilemez. Tensel zevkler ve cinsellik ancak neslin devamının sağlanması açısından karşı cinsiyete duyulan aşklarda söz konusu olabilir. Bu nedenle, Tanrı’nın gerçek güzelliğinin yansıdığı, gerçek aşk kaynağı genç erkekler, ilahi aşkın nesnesi olmuştur.

Dünyevi aşk konusunda, aşk düşüncesi, yaşama bağlı şairler tarafından da din dışı bir anlayışla ele alınmış ve işlenmiştir. Yaşamdaki güzellikler ve güzelliğiyle simgeleşen kadın, divan şiirinde önemli yer tutmuştur. Dünya nimetlerine bağlı Divan Edebiyatı şairleri, bu nimetlerden zevk alarak yararlanmasını bilmişlerdir. Söz konusu ozanlar için kadın tapılacak biridir: Güzelliğiyle büyüler, zaman zaman ilgi gösterip, zaman zaman rakipleriyle gönül eğlendirerek aşığını üzer. Aşık, sürekli bir üzüntü içinde kıvranıp durur.

Divan şiirinde yaygın işlenen konulardan biri de doğadır. Ama doğa, şairin hünerini göstermesi için bir araçtır. Çünkü şair, doğayı kendisinin gördüğü gibi değil, önceki usta şairlerin gözüyle yansıtır. Doğa, daha çok kasidelerin ve mesnevilerin konusu olmuştur. Bahar ve kış mevsimleri o kadar çok işlenmiştir ki, bu iki mevsimi anlatan şiirlere ayrı adlar bile verilmiştir. Baharı anlatan şiirlere bahariye, kışı anlatanlara da şitaiye denmiştir.

Bahar, şair için sevinç kaynağıdır. Bahar için yapılan benzetmelerden biri sultandır. Örneğin bahar sultanı, ordusunu toplar, kış sultanına hücum ederek onu yener. Bâkî’nin “Bahar Kasidesi”, en güzel bahariye örneğidir. Bahar betimlenirken gül, bülbül, lâle, sümbül, çimen gibi sözcüklere sıkça başvurulmuştur. Divan şairine göre bahar, yaşam ve canlılığın kaynağıdır. Kış ise can sıkıcı ve bunaltıcıdır; zalim bir padişaha benzetilir.

Divan şiirinde, işlendiği biçimiyle doğa belli öğelerle sınırlı kalmıştı. Örneğin, orman, dağ, ova, rüzgâr, yağmur gibi öğeler Divan şiirinde hemen hiç kullanılmamıştır. Divan şiirinde kayıklar vardır, ama deniz yoktur. Divan şiirinde bilinçli olarak yapay bir dünya yaratılmıştır.

Divan şiirinde söz sanatları 

Divan şairinin başarılı olabilmesi için dilin inceliklerini bilmesi gerekirdi. Şairin söz sanatlarındaki ustalığı şiirinin değerini arttırırdı.

Bu nedenle şairler, hüsn-i ta’lil ve teşbih sanatına sıkça başvurmuştur. Hüsn-i ta’lil, nedeni bilinen bir olayı, daha güzel biçimde açıklama ve anlamlandırma sanatıdır. Benzetme de denen teşbih ise, bir durumu, bir oluşu, bir varlığı daha güzel bir duruma, bir oluşa, bir varlığa benzetmektir. Divan şairi için benzetilenler, daha doğrusu neyin neye benzetileceği bellidir ve kalıplaşmıştır. Bu amaçla hazırlanmış listeler bile bulunmaktadır.

Ancak, Divan edebiyatındaki asıl yenilik, hüsn-i ta’lil sanatıyla ortaya konulurdu. Böylece şair, bir sözcüğe ya da deyime, kullandığı dili iyi bilmesi oranında artan anlamlar yüklenmiş oluyordu (yukarıda bkz. mazmun).

Divan edebiyatında nesir 

Babür, kaleme aldığı Babürname’sinde hatıralarını anlattı.

Divan edebiyatında üç tür düzyazı biçimi vardır. Yalın düzyazı, süslü düzyazı ve orta düzyazı. Yalın düz yazıda halkın konuştuğu dil kullanılmış, halk kitapları, halk öyküleri, Kur’an tefsirleri, hadis açıklamaları bu türde işlenmiştir .

Süslü düzyazıda, hüner ve marifet göstermek amaçlanmıştır. Bu türe, genellikle medrese öğrenimi görmüş, Arapça, Farsça veya Osmanlı Türkçesi’nı iyi bilen yazarlar yönelmiştir. Çok uzun cümlelerin, bol söz ve anlam oyunlarının göze çarptığı bu türün en belirgin örneklerini Veysi ve Nergisi vermiştir. Bundan başka, süslü düzyazıda çok ürün verilmiş bir diğer eser türü de tezkire’dir. Bu türün ilk klasik örneğini, 16. yüzyılda Aşık Çelebi yazmıştır. Tezkire geleneği 19. yüzyılda Fatih Efendi’ye değin sürmüştür.

Orta düzyazı ise, divan edebiyatının hemen hemen bütün klasik yazarlarının kullandığı bir türdür. Belirgin özelliği, söz ve anlam oyunlarından, hüner ve marifet gösterilerinden kaçınılmış ve içeriğin ön planda tutulmuş olmasıdır. Özellikle tarih, gezi, coğrafya kitapları ve dini içerikli kitaplar bu türde yazılmıştır.

Kaynakça 

  1. ^ a b Kaynak hatası: Geçersiz <ref> etiketi; RTET isimli refler için metin temin edilmemiş (Bkz: Kaynak gösterme)
  2. ^ Uzun, Mustafa. “Şarkı” (PDF). TDV İslam Ansiklopedisi. Erişim tarihi: 3 Şubat 2017.
  3. ^ Öztoprak, Nihat. “Tuyuğ” (PDF). TDV İslam Ansiklopedisi. Erişim tarihi: 3 Şubat 2017.
  4. ^ Tanpınar, Ahmet Hamdi (2014). “Şinasi’den Sonra Namık Kemâl”. Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi. Dergâh. s. 414. ISBN 978-9759954093.
  5. ^ a b Hamit Kemal, Liseler İçin Türk Edebiyatı Tarihi, A Yayınları, Ankara 2007
  6. ^ a b c d Pala, İskender. “Osmanlılar (Divan Şiiri)” (PDF). TDV İslam Ansiklopedisi. Erişim tarihi: 3 Şubat 2017.
  7. ^ http://www.turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20DILI/abik.pdf (in Turkish, with English abstract)
  8. ^ Ali Shir Nava’i Muhakamat al-lughatain tr. & ed. Robert Devereaux (Leiden: Brill) 1966
  9. ^ Şentürk 281
  10. ^ Muhammed Fuzuli
  11. ^ Britannica online
  12. ^ Kathleen R. F. Burrill, The Quatrains of Nesimi, Fourteenth-century Turkic Hurufi, Mouton, 1973,[sayfa belirt]
  13. ^ Şentürk, Atilla (1993). “Fuzulî ve klasik dönem divan şiiri”. Thema Larousse Sanat ve Kültür: Türk-İslam. Milliyet. ss. 46,49.
  14. ^ http://fsmsem.fatihsultan.edu.tr/fsmsem/effects-of-learning-strategies-on-students-studying-languages-makale-8.html
  15. ^ İsen, M.; Macit, M.; Okuyucu, C.; Öztoprak, N.; Aksoyak, İ. H., XVI. Yüzyıl Türk edebiyatı’, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2011
  16. ^ Gökyay, Orhan Şaik, “Şair Baki Gençliğinde Saraç Çıraklığı Yaptı mı?”, Journal of Turkish Studies, 3. cilt, s. 125-133, Cambridge
  17. ^ Akkuş, Metin (1998). “Nef’i: Hayatı, Sanatı ve Sihâm-ı Kaza dışındaki şiirlerine toplu bir bakış”. Nef’i ve Sihâm-ı Kazâ. Akçağ. s. 95. ISBN 975-338-227-8.
  18. ^ Şentürk, Atilla (1993). “Çizgidışı bir divan şairi, Nedim”. Thema Larousse Sanat ve Kültür: Türk-İslam. Milliyet. s. 54.
  19. ^ Kaynak hatası: Geçersiz <ref> etiketi; jparla isimli refler için metin temin edilmemiş (Bkz: Kaynak gösterme)
  20. ^ Şentürk, Atilla (1993). “Şeyh Galib ve Hüsn ü Aşk”. Thema Larousse Sanat ve Kültür: Türk-İslam. Milliyet. s. 57.
  21. ^ Kılıç, Atabey (2006), Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Geleneğin Devamı: Aruz, Geleneğin İzinde Edebiyatımız, Kırşehir.
  22. ^ Bardakçı, Murat (2013). “Hamsi ile ilgili herşeyi, hamsinin kitabı ‘Hamsinâme’de bulursunuz”. Habertürk. 24 Eylül 2013 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 12 Nisan 2016.

Dış kaynaklar 

  • Pala, İskender (1999 27.bas. 2016), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul:Kapı Yayınları, ISBN 9758950218,
  • İpekten, Haluk (1994, 14.bas.2011), Eski Türk Edebiyatı Nazım şekilleri ve Arûz, İstanbul:Dergah Yayınları, ISBN 9759953539
  • Dilçin, Cem (1983) Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara:Türk Dil Kurumu Yayınları ISBN 9789751604897
  • Muallim Nâci,(haz. M. A. Yekta Saraç), (2004) Edebiyat Terimleri: Istılahât-ı Edebiyye, İstanbul:
  • Tural, Sadık Kemal (ed.) (2001, 2003, 2004, 2005, 2006), Türk Dünyası Edebiyat Terimleri ve Kavramları Ansiklopedik Sözlüğü 5 Cilt, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, ISBN 3990000025722

 

Reklam (#YSR)