ATATÜRK’ÜN İSLAMİYET’E BAKIŞI 

ATATÜRK'ÜN İSLAMİYET'E BAKIŞI 

Türk halkı için din ve Atatürk çok önemli ve duyarlı konuların başında gelir. Atatürk ve İslamiyet, çoğun bilgisizlik ve önyargılı cahilliğin sonucu birbirine uzak, hatta zıt iki nokta olarak algılanmakta ve Türk halkı zaman zaman buna inandırılmaktadır. Oysa gerçek böyle değildir. Atatürk’ün en az Atatürk’ün İslamiyet’e bakışı ve onu yorumlayışı; din ile kişisel ilişkisinden toplumsal ve siyasal açıdan onu değerlendirmesine kadar her karesi mercek altına alınması gereken bir konunun ele alınması demektir. Bu sıradan bir kişinin dindar olup olmadığı meselesinin çok ötesindedir. Türk halkının varlık-yokluk mücadelesini, yıkılmakta olan Osmanlı Devleti devrinden Cumhuriyet’e taşıyarak tarihte eşine az rastlanır bir iz bırakan Atatürk’ün İslamiyet’e bakışını incelemek, onun kişisel ve özel duygularından çok, tarihe mal olmuş felsefesini yakından öğrenmek demektir. Onun dinsiz değil, tam tersine İslamiyet’e karşı oldukça duyarlı, saygılı ve çağdaş bir dindar, ilerici bir Müslüman olduğunu bu incelememizde göreceğiz. Daha doğrusu, ilerici Müslüman profilini Atatürk’ün şahsında görmemiz, gerçek bir Cumhuriyet dindarının, sağlıklı bir dindarlığın çerçevesini keşfetmemiz demek olacaktır.

Prof. Dr. Şahin FİLİZ

ATATÜRK İLKELERİ VE İSLAMİYET  

Atatürk, İslamiyet’e nasıl yaklaşırdı sorusunu ele almadan önce, dinle kaynaşmış gibi görünen Cumhuriyet öncesi dönemlere genel olarak bakmak gerekir.

Atatürk bir devri kapatıp yepyeni bir devir açmıştır. Kapattığı devirde İslamiyet yönetici elitin ideolojisi olarak işlev görmekteydi. Atatürk, neredeyse XII. Yüzyıldan beri İslamiyet’i yönetici seçkinlerin ideolojisi olarak kullanılmaktan kurtarmakla İslamiyet’e bakışının yol haritasını çizmiştir. Bu yol haritasının çatısını Türk devrimleri oluşturur

Türk devrimi, bir uygarlık tasarımıdır. Temel felsefesi, aydınlanma; hedefi çağdaş uygarlık; esasları tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, özgürlüktür. Türk devrimin ilkelerini tekrar anımsayalım: Cumhuriyetçilik, Ulusçuluk (veya Milliyetçilik), Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik olmak üzere altı ilkeden oluşmaktadır. Türk devrimin ülküsü, “Yurtta barış, dünyada barış”tır. Kaynağı, bilim ve akıldır. Toplumsal yönü, laik ve sosyal hukuk devletidir. Ekonomisi ise, devletçi, halkçı bağımsız sosyal bir devlet temeli üzerinde yükselir.[1]

Atatürk devriminin her bir ilkesi, İslamiyet’in Atatürk tarafından nasıl yorumlandığı ve anlaşıldığı sorunsalıyla çok yakından ilgilidir. İslamiyet’i daha önceki dönemlerin yönetici sınıfına ait bir ideoloji olmaktan arındıran bir Atatürk felsefenin omurgası bu ilkelerle belirginleşmektedir. Türk devriminin temel felsefesi bilinmeden ya da sürekli hatırda tutulmadan, Atatürk’ün İslamiyet’e bakışını çözmek yanlış, eksik hatta önyargılı yaklaşımları azaltmayacaktır.

Cumhuriyetçilik ilkesi, Atatürk’ün “millet tarafından, millet adına devleti idareye yetkili bulunanlar için gerektiğinde millete hesap verme zorunluluğun, kayıtsızlık ve isteksizlik gibi hareketlerle uzlaştırılamaz” sözünde ifadesini bulmaktadır. Halkın kendi kendisini yönetmesini devletin temeli sayan ilke cumhuriyetçiliktir. Egemenliğin bir kişiye ya da kişilere ait olmadığı, ulusun seçtiği temsilciler aracılığıyla yönetime dolaylı olarak katıldığı, yönetim biçimine Cumhuriyet adı verilir… Cumhuriyet, milletvekillerinden oluşan meclisin ve belirli zaman için seçilmiş devlet reisi ile Hâkimiyet-i Milliye’nin korunmasının en iyi zeminidir. Din, siyasetten ayrılmış, hükümet laik bir yapıya kavuşmuştur. Oysa kuvvetinin ve yetkisinin Allah’tan geldiğini ve yalnız O’na karşı ahirette hesap vereceğini düşünen, devleti, memleketi kendisine miras kalmış bir malikâne sayan bir hükümdar, her türlü kayda karşı kendisini kayıtsız görür. Böyle bir yönetimde milletin benliği, kimliği, özgürlüğü ve hatta varlığı bile söz konusu değildir.[2]

Cumhuriyetçilik, İslam dinini siyasi emelleri için kullanan egemenlerin tüm istikbal ve ikbal beklentilerini boşa çıkaran bir ilkedir. Hem dini, hem de insanları Allah’tan aldıklarını öne sürdükleri güç ve yetki ile kendi çıkarları için kullanmayı dindarlığın kuralı yapmak artık bu ilkeden sonra mümkün olmayacaktır. Kaldı ki İslamiyet, Allah’ın siyasal egemenliğe muhtaç bir varlık olduğunu kesin olarak reddeder. O, tüm evrenin, yaratılışın ve insanların Allah’ tır ve hiçbir toplum ve ülkede siyasi erke ya da egemenliğe ihtiyaç duyacak kadar aciz bir varlık değildir. Onun, ölümlü insanlar tarafından siyasal bir iktidar sembolü olarak öne çıkarılmaya ihtiyacı olduğu düşünülebilir mi? İslamiyet’te Tanrı, “tek ve sınırsız yaratıcı, eşsiz ilah, mülkünde benzer ya da ortak tanımayan” diye nitelendirilirken, O’na siyasal erki, yönetim ve hukuku devretmek tarihte kime veya kimlere bir ilahi hak ve yetki olarak tanınmıştır? İslamiyet’te Tanrı ile insan arasında hiçbir aracı kurum, kuruluş ya da kişi olmaz. Bu dinin kendi doğasına ve mantığına aykırıdır. Hiçbir şey, Tanrı adına insanlar üzerinde egemenlik kuramaz. Nitekim Kur’an’da bir takım ayetlerde Hz. Muhammed’e bile böyle bir görev ve yetki verilmiş değildir. “Sen onların üzerinde bekçi değilsin, sana düşen dini anlatmak” gibi ayetler özellikle bu konuyu vurgular. O halde, “ben daha Müslüman’ım” gibi, Tanrı dışında kimsenin hesap edemeyeceği, ölçemeyeceği sloganla Cumhuriyet ile İslamiyet’i birbirine zıt dinler gibi göstermek bilimsel gerçeklere ters olduğu gibi, dinin de Cumhuriyet’in de doğasına aykırıdır. Tanrı kimseye kendi adına yönetici elit ya da temsilci olma yetkisi vermiş değildir. Bunun aksini öne sürerek dinimizle cumhuriyetimiz karşı karşıya getirmeyi dinin, imanın gereği sananlar hem cumhuriyetimizin hem de İslamiyet’in düşmanıdırlar.

Atatürk’ün sözlerinde bu gerçeği açıkça görebiliriz: “Bağlı bulunmakla emin ve mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere, bir politika aracı durumundan kurtarmak ve yükseltmek gerektiği gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve tanrısal olan inanç ve vicdanlarımızı karışık ve türlü renkte bulunan ve her türlü çıkarlarla tutkuların alanı olan siyasetten ve siyasetin bütün öğelerinden bir an önce ve kesinlikle kurtarmak milletin dünya ahret mutluluğunun emrettiği zorunluluktur. Ancak böyle İslam dininin yüceliği gerçekleşir… Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar.”[3]

Ulusçuluk ilkesi, bazen “ulus”, “millet”, “ulusçuluk”, “milliyetçilik” gibi kavramların birbiriyle ters düştüğü bir teorik bir alan olarak görülebilmektedir. Milliyetçilik ulusçuluktan; millet de ulustan farklıdır diye düşünenler, “millet” kavramına Arap dilindeki “din” anlamının yüklenmiş olduğunu ileri sürerler.[4] Oysa Arapçadan Türkçemize geçen pek çok sözcük, o dildeki asıl anlamıyla değil, Türk kültüründeki yeni ve farklı anlamıyla kullanılmaktadır. Millet her ne kadar Arapça’da “din” anlamına geliyorsa da Türkçemizde kazanmış olduğu anlam, ulus şeklindedir. Millet’ten türetilmiş milliyetçilik kavramı da Arapçada bu şekilde değil, “al-kavmiyya” olarak kullanılmaktadır. Al-Kavmiyya’nın İngilizcedeki karşılığı da nationalismdir. Milliyetçilik, kavmiyetçilikten çok farklıdır. Kavmiyetçilikte, aynı ırktan olanlar bir topluluğu oluştururken, milliyetçilikte homojen bir kültür evrenine sahip farklı ırktan insanlar bir topluluk oluşturmaktadırlar. Tam olarak ulusçuluğun ve ulusalcılığın karşılığı olarak kullanılabilir. Oysa Araplar milliyetçilik yerine kavmiyetçiliği kullanırken dar anlamda; aşiret ve ırk merkezli bir yapıyı kastetmiş olmaktadırlar. O halde, ulusçuluk ya da milliyetçilik kavramları, Atatürk milliyetçiliğini ya da ulusalcılığını aynı anlama gelecek şekilde temsil etmektedir. Önce kavramlar arası çatışmaları önlersek, insanlar arası çatışmaları da önleyebiliriz.

Atatürk, Osmanlı imparatorluğunda her türlü baskı ve şiddete maruz kalmış Türk halklarını Cumhuriyeti kurarak tam bağımsız bir ulus çatısı altında toplamıştır. Etnik kökenine bakılmaksızın “ Ne mutlu Türküm diyene” temel felsefesiyle ulusçuluğun, milliyetçiliğin dünyada eşine pek rastlanmayan birleştirici ve bütünleştirici çerçevesini çizmiştir. Bu bir kavmiyetçilik değil, tüm Türkiye halkını “Türk Milleti” olarak bir aileye dönüştüren büyük bir ülküdür. İslamiyet’te kavmiyetçilik yasaklanmış, ancak milliyetçilik ya da ulusçuluk teşvik edilmiştir. Hz. Muhammed de, İslam öncesi kabile ve aşiretler halinde yaşayan; kavmiyetçiliği kendi kabilesi sınırları içinde anlamlandıran Arapları “ulus” olarak toplamış, onlardan bir millet yaratmıştır. Bu aşamalarda başarılı olmasaydı, İslamiyet’i gerçek doğasına uygun olarak tebliğ edemezdi. Kavmi, millete; kavmiyetçiliği milliyetçiliğe dönüştürerek “ üstünlük savını mensubu bulunduğu kabileye değil, yaptığı işe”[5] dayandırmıştır.

Ulusçuluk, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk ulusu/milleti denir” sözüyle özetlenmektedir. Hangi etnik kökene sahip olursa olsun, Türkiye’yi kuran tüm Türkiye halkı “Türk ulusu” adını almıştır. Kimlik, etnik bir temele değil,  “ortak geçmiş, tarih, ahlak anlayışı ve hukuka dayanmaktadır. Atatürk’ün bu tanımlamasından “Türk milleti” tamlamasını çıkarmak, ulus-devlet tanımıyla uyuşmaz. Kaldı ki Türk milleti kavramı etnik bir referans taşımamaktadır. Bir kimlik projesi olarak vaz edilmiş Türklük, Türkiye halkının tümünü kapsayan birleştirici bir nitelemedir.[6]  Bir ulus, ortak din etrafında bir araya gelmemektedir. Atatürk’ün belirttiği gibi, “din birliğinin bir ulusun kuruluşunda etkili olduğunu söyleyenler vardır ki, biz, bizim gözümüzün önündeki Türk ulusu tablosunda bunun tersini görmekteyiz. Türkler, İslam dinini benimsemeden önce de büyük bir ulustu.” Anılan ayette de milletler ve kabileleri birleştiren unsurun din değil, benzeşik kültür ve insancıl ortak noktalar olduğu işaret edilmektedir.

Dahası var: İslam tarihinde hiçbir Müslüman devlet, birlik ve beraberliğini dinle sağlamış değildir. Aksine, din, çeşitli mezhep ve meşrep farklılarının savaş arenası olarak kullanılmıştır. Ayette de “ey Müslümanlar” yerine, “ey insanlar” diye seslenilmekte; ortak insancıl değerlerin din birliğinden daha önemli ve öncelikli olduğu vurgulanmaktadır. Din birliğinin ulusal birliğin çimentosu olduğunu öne sürenler, ilk dört halifeden üçünün yine aynı dinden olanlarca, hem de dinsel gerekçelerle öldürüldüğünü düşünmelidirler. Emevi, Abbasi, Selçuklular, Fatımiler, Şiiler ve Sünniler, Osmanlılar din birliği sayesinde bir araya gelmekten çok, içlerinde din ve mezhep boğuşmalarıyla parçalanmış ve dağılmışlardır. Demek ki ne tarihsel gerçekler, ne de dinsel değerler, ulus ve ulusçuluğu gayrı meşru kılacak hiçbir hüküm ve örnek içermemektedir. Tam aksine ulus ve ulusçuluk, İslamiyet’in ilkel kabile boğuşmalarından derli-toplu bir millete dönüştürdüğü devrimci doğasına, özüne uygun bir ilkedir.

Ulusçuluğun iki aşırı uç tarafından tehdit edildiği bir gerçektir. İlki, ümmetçilik, ikincisi de benzeşik bir ulusu, milliyetçiliği eleştireceğim derken, Yugoslavya tarzı kırk yamalı bohçaya dönüştürmeye çalışan etnik çeşitlilik vurgusu yapan post modern emperyalist söylem. Her iki aşırı uç, son yedi yıldır, saldırdıkları hedef aynı olunca, birbirlerinden saklayacakları bir şey bulunmadığı için aynı noktada işbirliğine girişmiş durumdadırlar. Ümmetçilerle neo-liberaller, bağımsız bir cumhuriyet ve başı dik bir Türk ulusunun varlığından aynı kaygıyı duyduklarından, “dilde, işte, fikirde” bugün tam anlamıyla işbirliği içindedirler. Ulus ve ulusçuluk, ümmetçilerce,  İslam öncesi ilkel kabile dönemine ait kafalarındaki dinle çatışmaktadır. Türk milliyetçiliğinin ırk temelli olmadığını bildikleri halde, “dinimiz milliyetçiliği, yani ırkçılığı yasaklamıştır” gibi kelime oyunlarıyla, söylemden hareketle Cumhuriyet’in dince meşru olmadığını ileri sürerler. Her dine özgürlük iddialarını demokrasi, insan hakları ve küreselleşme gibi slogancı sözcüklerin içinde saklamakta; Allah adına kendi kafalarında kurguladıkları bir din için, başkalarını da dönüştürme alanını sürekli genişletme ısrarını sürdürmektedirler. Onların istediği özgürlük, çağdaş Atatürk Cumhuriyetinde sade ve ahlaklı bir dini yaşantı için değil, başkalarını da kendi dar dinsel dünyacıklarına hapsetmek üzere yürüttükleri “özgürlük, tam bağımsızlık ve Atatürkçülük” karşıtı kabileci hırsları, hatta kinlerinin tüm topluma egemenliği kılmayı amaçlamaktadır. Yaşananlar bunun örnekleriyle doludur.

Ümmetçilik ve ırkçı-terörist bölücülük aynı amaçta birleşmekte; her ikisi de Yüce İslam dinini, yine dinin doğasına aykırı olarak bu bozguncu emelleri doğrultusunda kullanmaktadır. Bugün neo-liberallerle aynı amaca hizmet eden ümmetçi azınlık da, benim deyimimle neo-dinci kitledir. İşte Atatürk milliyetçiliği her ikisine de kökten karşıdır.

Çağdaş yaşam, Türk ulusçuluğunun temel hedefleri arasındadır.[7]  Dünyaya, onun nimetlerine, medeni ve insanca yaşamın tüm gerekleri, İslamiyet’in de onayladığı, hatta emrettiği bir görevdir. Daha ellerini bile yıkamayı bilmeyen İslam öncesi Arapların ilkel yaşam biçimlerini tarihler kaydeder. İslamiyet, inanç ve ibadetten önce deyim yerineyse uygarca yaşamanın köktenci kurallarını koymuştur. Kuran’da bu konu ile ilgili pek çok ayet bulunabilir. Şu halde, ulusçuluk, aşiret ve kabile hayatından, medeni ve çağdaş bir hayata geçişin, evrilmenin bir başka adıdır. Ancak önce tam bağımsızlık şarttır.

Peki, bağımsızlık, daha doğrusu tam bağımsızlık nedir? İslamiyet tam bağımsızlığa karşı çıkar mı? Atatürk cumhuriyeti dışındaki diğer İslam ülkelerinin çoğunun sömürge ya da yarı-sömürge olmaları, dinimizin gereği ya da doğal sonucudur mu diyeceğiz?

İster köklü bir devlet, imparatorluk geleneği olan toplumların sonradan sömürge durumuna düşme; ister bir kabile yaşamından sömürge yönetim biçimine girme biçiminde olsun, sömürgelikten kurtulmada ilk adımlar siyasal bağımsızlık için atılmış, savaşım bu amaçla başlatılmıştır. Siyasal bağımsızlıkların tam bağımsızlığa, çağdaşlaşmaya yönelmesi ise, uzun bir süreç içinde, tüm toplumun siyasal, toplumsal, ekinsel, ekonomik içerikte değişmesiyle olanaklıdır. Bu noktada tam bağımsızlık nedir, tam bağımsız olmak neyi içermektedir? Anadolu Türklerinin bağımsızlık savaşının önderi Mustafa Kemal’in Ekim 1919’daki tanımlamasına göre[8];

“Tam bağımsızlık demek, kuşkusuz siyasa, maliye, ekonomi, adalet, askerlik, kültür… gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”[9]

Günümüzde uygulaması nasıl olursa olsun, çağdaşlaşmak istemeyen hemen hiçbir ülke yoktur. Yeni kurulan devletlerin siyasal seçkinleri kendi ülkelerinin de çağdaş toplumun şu özelliklerine kavuşmasını isterler: dinamizm, değişme, sanayileşme, bağımsızlık, etkenlik, güçlülük ve ulusal birlik. Atatürk, “ uygarlığın bir fırtına gibi esen itişine karşı koymak boşunadır; değişmeyen Ortaçağ yasa, düşünce ve davranışlarını koruyan toplumlar ölüme veya tutsak olmaya yargılıdırlar.”[10]

Dünden bugüne baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti dışındaki pek çok İslam ülkesi bu yazgıyla yüz yüze değil midir? Atatürk bugünleri bile görebilmiştir. Aynı felaketlerin ülkemizde yaşanmaması için, İslamiyet’i çağdaş düşüncenin ölçüleri doğrultusunda; akıl ve bilimin ışığında yorumlamak gerektiğini isabetle kaydetmiş bulunmaktadır. İslamiyet insanca, bağımsızca, çağdaş ve rasyonel bir şekilde, bir aile bağlılığı kadar kenetlenmiş bir ulus olarak yaşamamız önünde engel değil, tam tersine bütün bunları amir ise, tersini öne süren yorumlar tamamen dinimizle çatışıyor demektir. Atatürk’e ve cumhuriyete en çirkin saldırıları din adına yapan bir avuç patolojik azınlık bile, bu ülkeyi terk edip sözüm ona şeriatın uygulandığı Arabistan’ı tercih etme yoluna gitmezler. Tercih etselerdi, bu saldırganların önce liderleri Amerika’da yaşamayı değil, Mekke’de yaşamayı seçerdi.

O halde çağdaşlaşma İslam dininin değil yasakladığı, aksine emrettiği insanca yaşama düzeyidir.

Çağdaşlaşmayı üç ayrı açıdan inceleyen Suna Kili şu değerlendirmeyi yapıyor: “ Çağdaşlaşma olgusunun dayandığı temel inanç usçu ve bilimsel denetleme olarak tanımlanabilir. Çağdaşlaşma olgusu hem devletin ve hem de toplumun geniş çapta dinamikleşmesini öngörür. Çağdaşlaşma yalnızca sanayileşme değildir. Ayrıca toplumsal, psikolojik ve siyasal değişmeyi de içerir. Çağdaşlaşma temelde, üç ayrı açıdan incelenebilir: Sanayileşme olgusunu ön plana alarak, temel bir ekonomik hareket açısından; geleneksel davranışların ve kişisel bakış açılarının değişmesine yol açan toplumsal ve psikolojik değişmeler açısından; siyasal yapıda ve kurumlarda farklılaşmaya gidilmesini, siyasal katılmanın genişlemesini, ulusçuluğun yeşermesini, büyümesini sağlayan çeşitli değişmeler açısından. Fakat gerçek bir çağdaşlaşma devrimi böyle bölümlere ayrılamaz, ayrılmamalıdır. Ekonomik, siyasal, toplumsal ve psikolojik değişmeler iç içedir,  birbirini destekler ve güçlü kılar….çağdaşlaşma tüm bunlarla birlikte, en son aşamada her alanda insanın özgürleşmesi, toplum, devlet yaşamında, inançlarda, değerler sisteminde, ahlakta erdemli olması, dogmalardan kurtulup usu ve bilimi, bilimsel, laik düşünceyi dünyasal işlerin çözümleyicisi olarak kabullenmesi ve insan olmaktan gelen özdeksel ve tinsel tüm gereksinmelerine olumlu yanıt verecek düzeni kurmasıdır.”[11]

İşte bu düzenin adı, İslamiyet’inde insanca yaşanabildiği Türkiye Cumhuriyetidir.

Atatürk, İslamiyet’in yüzyıllarca bu karakteristik ayrıcalığının fark edilemeyecek kadar üstünün örtüldüğünü belirtmektedir.  Tarih içinde İslamiyet’i her zaman gerçeğine uygun anlaşılıp yorumlanamamıştır. Bunun en somut sonuçlarından birisi, İslam dünyasının son üç-dört yüzyıldır yaşadığı sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel sorunlardır. Günümüzde din tüccarlığı yapanlar; çağdaş bir din yorumuna ısrarla karşı çıkanlar, çürük binanın devamından medet umup siyasal getirim ve sosyal nüfuz peşinde koşan istismarcı şaklabanlardır.

Prof. Dr. Utkan Kocatürk, “Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri”, Ankara 1996 kitabından yapacağımız alıntılarda Atatürk[12], din ve İslam ilahiyatını sosyal bilimlerle çok büyük bir vukufiyetle ilişkilendirmekte ve bu konulardaki derin bilgisini izhar etmektedir:

“Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur-tefsirler, hurafeler-binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu hâsıl olacaktır.

Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor; kast ve fiile dayanan taaasupkar hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.”

Atatürk, İslam dinini, sıradan bir din bilimcisinden daha iyi ve daha derin bir şeklide kavramıştır. O,  İslamiyet’in akıl ve mantık dini olduğunu doğrudan ve hiçbir tereddüde kapılmadan vurgulamaktadır:

“Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam’ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.”

Ulu Önder, Yüce dinimiz İslamiyet’in ilerlemeye engel değil, tam aksine teşvikçi olduğunu belirtir:

“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye’ye bağımsızlığı veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni, boş inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, acizler sırası gelince, aydınlanacaklardır. Onlar ışığa yaklaşamazlarsa, kendilerini yitirmiş ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”

Atatürk, dinimizi, dilimiz Türkçe gibi bir güç olarak görmekte; ikisinin birden Türk ulusunun birbirini tamamlayan vazgeçilmez öğeler olduğunu söyler:

“Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.”

Dinsiz toplum olamayacağını toplumbilimin gereği olduğunu çok iyi bilen Atatürk, yüksek din eğitimine ayrı bir önem vermektedir:

“Nasıl ki her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazım ise, dinimizin felsefi gerçeğini inceleme, araştırma ve öğretme bakımından ilmi ve fenni kudrete sahip olacak seçkin ve hakiki din bilginleri yetiştirecek yüksek müesseselere malik olmalıyız.”

Tekkeler ve tarikatlar yüksek din eğitimi ve öğretimine aykırıdır ve dinimizin felsefi ve bilimsel değerini baltalar. Atatürk diyor ki:

“Tekkeler mutlaka kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her şubede doğru yolu gösterecek kudrete sahiptir. Hiç birimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz medeniyetten, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların gayesi, halkı kendinden geçmiş ve aptal yapmaktır. Hâlbuki halkımız aptal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş görünür, fakat ehemmiyeti vardır. Biz dünya ailesi içinde medeniyiz. Her görüş noktasından medeniyetin gereklerini tatbik edeceğiz.”

Tekke, tarikat, cemaat ve Kuran kursları hakkında Atatürk, çağları aşan bu tespitlerde bulunurken, bugünkü durumla ilgili benim değerlendirmelerim aslında Ulu Önder’in endişelerinin bir kez daha haklı nedenlere dayandığını göstermektedir.

Atatürk cahillik ile dinin yan yana gelmesinden oldukça rahatsızdır ve İslamiyet’in en doğru ve en makul din olduğunu açıkça vurgular.

Utkan Kocatürk’ün Atatürk’ün İslamiyet’le ilgili görüşlerini aktarmaya devam edelim:

 “Bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi, milletlerin bilgisizliğinden ve taassubundan istifade ederek bin bir türlü siyasi ve şahsi maksat ve menfaat temini için dini alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların, içerde ve dışarıda varlığı, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, henüz uzak bulundurmuyor. İnsanlıkta, din hakkındaki duygu ve bilgi, her türlü asılsız hikâyelerden sıyrılarak hakiki ilim ve teknik ışıklarıyla temizlenip mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine her yerde tesadüf olunacaktır.”

“Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”

Mustafa Kemal, dinimizde çalışmanın vazgeçilmez bir ilke olduğunu hatırlatır:

“Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, beyinledir.”

Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.”

Atatürk Hz. Peygamber’e olan sevgisini şöyle dile getiriyor[13]:

“Allah dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar yararlansın, varlık ve bolluk içinde olsun diye yaratmıştır ve azami derecede faydalanabilmek için de, bugün evrenden esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir.”

“O (Hz. Muhammed), Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. O’nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O, ölümsüzdür.”

“Hz. Peygamber efendimiz, bütün Müslümanların ve kutsal kitap sahiplerinin bildiği üzere, Allah tarafından dini gerçekleri insanlık dünyasına duyurmaya ve anlatmaya memur edilmiş olan peygamberdir. Yani haber ulaştırmakla görevlidir. Ulu Tanrı, Kuran-ı Kerimde kendisine emirlik, saltanat ve taç vermiş değildir. Hükümdarlık vermiş değildir. Peygamberlik vazifesi ile gönderilmiştir. Tabiatıyla gerçek vazifesini tamamen kavramış olan Cenabı Peygamber bütün dünya insanlarına onu duyurdu. Hepinizce bilinmesi lazımdır ki, o devirde mesela doğuda bir İran devleti,, Kuzeyde bir Roma imparatorluğu vardı. Diğer teşkilatlı ve kurulu devletler vardı ve Cenabı Peygamber devletlere gönderdiği peygamberlik mektuplarında buyurmuşlardır ki, “Allah bir ve ben onun tarafından size gerçeği anlatmakla vazifeliyim. Hak dini, İslam dinidir. Ve bunu kabul ediniz” ve fakat ilave etmiştir “ ben size hak dini kabul ettirmekle zannetmeyiniz ki, sizin milletinize, sizin hükümetinize el koymuş olacağım. Siz hangi hükümet şeklinde, hangi durumda bulunuyorsanız o yine aynı kalacaktır. Yalnızca hak dini kabul ediniz ve koruyunuz….

Türk milletine her konuda güvenen Atatürk, Türk’ün ezan ve Kuran okuyuş tarzında da eşsiz olduğunu söyler:

“Ezan ve Kuran’ı Türklerden başka hiçbir Müslüman milleti bu kadar güzel okuyamaz. Bunlara muhteşem müzik ahengi veren Türk sanatkârlarıdır.”

İstismarcılar karşısında samimi dindar insanlarımızı uyaran Atatürk, bu istismarın dinimizle hiçbir ilgisi olmadığını özellikle belirtmektedir:

“Halkın temiz, saf duygularından yararlanarak milletin maneviyatına el uzatan kimseler ve onların izleyicileri ve taraftarları elbette ki bir takım cahillerden ibarettir. Bunlar Türk milleti için sorun oluşturacak durumların meydana gelmesinde daime etken olmuşlardır. Milletimizin önünde açılan kurtuluş ufuklarında devamlı yol almasına engel olmaya çalışanlar hep bu kurumlar ve bu kurumların mensupları olmuştur. Millete anlatmalıdır ki, bunların millet bünyesinde yaptıkları tahribatı hissetmek lazımdır. Bunların varlığını hoşgörü ile karşılayanlarla menemen’de Kubilay’ın başı kesilirken kayıtsızlıkla seyretmeye katlananlar ve hatta alkışlamaya cesaret edenler aynıdır.”

“Bizi yanlış yola sevk eden kötü yaradılışlılar, bilirsiniz ki, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep dini kural sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden kötülükler hep din perdesi arkasındaki dinsizlik ve kötülükten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırdılar.”

Atatürk Diyanet İşleri makamının öneminden şöyle söz etmektedir:

“Cumhuriyet hükümetimizin bir Diyanet İşleri makamı vardır. Bu makama bağlı müftü, hatip, imam gibi görevli birçok memurları bulunmaktadır. Bu vazifeli kişilerin ilim ve faziletlerinin derecesi bilinmektedir… Vazifeli olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti giymekte devam etmektedirler. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta okuması yazması olmayanlara rastladım. Özellikle bu gibi bilgisizler, bazı yerlerde halkın temsilcileri imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya ilişki kurmaya adeta engel olma sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu tutum ve yetkiyi kimden, nereden almışlardır?”

Dinimizde özel bir sınıf, bir ruhban kesimi ya da Tanrı tarafından icazet verilmiş belirli dinsel yetkiye sahip kişilerin olmadığını Atatürk o engin ilahiyat ve din bilgisiyle çok önceden fark etmiştir:

“Her şeyden önce şunu en basit bir dini gerçek olarak bilelim ki, bizim dinimizde özel bir sınıf yoktur. Ruhbanlığı (din adamları sınıfını) reddeden bu din, dinde tekelciliği kabul etmez. Mesela din bilginleri, mutlaka aydınlatma vazifesi din bilginlerine ait olmadıktan başka, dinimiz de bunu kesinlikle yasaklar. O hadle biz diyemeyiz ki, bizde özel bir sınıf vardır. Diğerleri dini yönden aydınlatma hakkından yoksundur. Böyle düşünecek olursak kabahat bizde, bizim cahilliğimizdedir. Hoca olmak için yani dini gerçekleri halka telkin etmek için, mutlaka hoca elbisesi şart değildir. Bizim yüce dinimiz her erkek ve kadın Müslüman’a genel olarak araştırmayı farz kılar ve her erkek ve kadın Müslüman, toplumu aydınlatmakla yükümlüdür.”

“Efendiler, bir fikri daha düzeltmek isterim. Milletimizin içinde gerçek din adamları, din adamlarımız içinde de milletimizin hakkıyla iftihar edebileceği bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara karşı hoca elbisesi altında gerçek ilimden uzak, gereği kadar öğrenmemiş, ilim yolunda gereği kadar ilerleyememiş hoca görünüşlü cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.”

“Biz kişisel kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bomba-sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında mesafeniz sekiz metre, yani ölüm kaçınılmaz… Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulmamacasına tamamen şehit oluyor. İkinci siperdekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar özenilecek büyük bir sükûnet ve inançla biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir korku bile göstermiyor; sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim, cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayran olunacak ve tebrik edilecek bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.”

Peki, Atatürk bu kadar dini bütün, samimi ve içten bir Müslümanlık örneği ve liderliği ortaya koymuş olmasına rağmen, neden hala bu gün bir kısım cahil cühela tayfası onu İslam düşmanı gibi göstermeye çalışıyorlar ve bu düşmanlık döngüsü hangi kaynaklardan besleniyor?

Sinan Meydan “Atatürk ile Allah” adlı kitabında şu tespitlerde bulunuyor:

“Türkiye’de Atatürk’e yönelik saldırıların üç önemli kaynağı vardır. Bu kaynaklar şunlardır: 1. Rıza Nur, 2. Said-i Nursi 3. Kazım Karabekir.

Atatürk’e yönelik ipe sapa gelmez iddiaların ve saldırıların ana kaynağı Rıza Nur’dur.

Rıza Nur tıp doktorudur. Birinci ve ikinci TBMM’de iki dönem milletvekilliği yapmıştır. İsmet İnönü ile birlikte Lozan Konferansı’na giden ekipte yer almıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 14 ciltlik “Türk Tarihi” adlı bir eser yazmıştır. 1926 yılında Türkiye’den ayrılıp Fransa’ya yerleşmiştir.

Rıza Nur, “Hayat ve Hatıratım” adlı kitabında Atatürk’e ağzına geleni söylemiştir. Atatürk düşmanı çevreler de onun bu saçma sapan iddialarını kaynak olarak kullanıp Atatürk’ü eleştirmişlerdir.

Bu kitabında Atatürk’ün ailesine çok iğrenç iftira ve aşağılık saldırılarda bulunan Rıza Nur, kendisinin eşcinsel olduğunu, tecavüze uğradığını, bir ara cinsel organını aldırıp kadın olmak istediğini ve pek çok fazileti kendisinin terk ettiğini, yalan söylediğini bizzat kendi ağzından aktarmaktadır. Bu demektir ki, yalan söyleyen, her erdemi kendisi terk ettiğini itiraf eden bir alçağın Atatürk hakkındaki sözleri de o derece alçakça yalandan ibarettir.[14]

Atatürk düşmanlarının tek referansı, Atatürk’ün soyuna ve kişiliğine yönelik akıl almaz iftiralar atan Dr. Rıza Nur değildir. Atatürk düşmanları, en az Dr. Nur kadar, Said-i Nursi ve Kazım Karabekir’den de etkilenmişlerdir. Oysa Atatürk’ün soyu sopu apaçıktır ve hiçbir tereddüde meydan vermeyecek kadar bellidir. Türk oğlu Türk’tür.[15]

Kürt Sait ya da Nurs’lu Sait, bağlılarınca neredeyse bir peygamber, hatta bir ilah gibi algılanmaktadır. O, ne söylerse doğrudur; ne buyurursa emirdir. Çünkü onun her söylediği ve yazdığı ilahidir. O, İslam öncesi unutulan, İslam sonrası hortlayan binlerce putlaştırılmış sıradan bir insandır. Ama gel gör ki iş Atatürk’e düşmanlık olunca her söylediği ilahi kanun sayılıp inanılmıştır. O da bu şark kurnazlığının ustası olduğu için, Atatürk’e “Deccal, Süfyan” gibi, din tarihinde kötü anılan varlık ve kişilerle çamur atmakta tereddüt etmemiştir. Kendini Tanrı ve peygamber yerine koyan bağımsızlık, namus ve onur düşmanı Sait’ten ne beklenebilirdi ki? Kazım Karabekir de aynı iftira ve alçakça saldırı kervanına katılmış; ancak bunlar Atatürk düşmanlığı konusunda kendi başlarına kalmışlardır. 1919’dan beri süren anti-emperyalist mücadelemizin yani kısacası Atatürk’ümüzün düşmanları bu üç kirli kaynağı, hala yalan olduğunu bile bile kullanmakta, saf halkımızı bunlarla kandırmaya çalışmaktadırlar.[16]

Türk insanını çoğu zaman din kisvesine bürünerek aldatan istismarcıları Atatürk Cumhuriyetinin yakasını bırakmamışlar; onun vefat etmeden önce de dediği gibi, “her hareket ve davranışı halka din diye anlatmışlardır”.

NOTLAR: 

  1.  Daha geniş bilgi için bkz. Fethi Karaduman, Çöküş ve Doğuş-Atatürk Devrimi, Günizi Yayıncılık, İst. 2006, ss. 595–596.
  2. Fethi Karaduman, a.g.e., s. 606, 607.
  3.  Genel Kurmay Başkanlığı, Atatürkçülük Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, I/113, Ank. 1983 (aktaran:İhsan Pekel, Atatürk’ü Anlamak ve Anmak I, THK Basım Evi İşletmeciliği, I/17-18, Ank. 2005)
  4.  Örneğin bkz. Fethi Karaduman, a.g.e, s. 609.
  5. Kur’an-ı Kerim, Hucurat Suresi 46/13: “ Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler (şuub) ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz ki Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır (yani takvalı olanınızdır).”
  6. Bkz. Org. General İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009 tarihinde İstanbul Harp Akademileri Komutanlığı Atatürk Harp Oyunu ve Kültür Merkezi’nde yaptığı “Yıllık Değerlendirme Konuşması”.
  7. “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.” (49/13)
  8. Suna Kili, Türk Devrimi: Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkeler, ss. 67–69 (Bildiriler ve Tartışmalar, Türkiye İş Bankası Uluslar arası Atatürk Sempozyumu (17–22 Mayıs 1981), Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara içinde).
  9. M. Kemal Atatürk, Söylev, II. Türk Dil Kurumu Yayınları, (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1978), s. 458 (Aktaran: Suna Kili. A.g.m., s. 69).
  10.  Suna Kili, Türk Devrimi: Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkeler, s. 69.
  11. Suna Kili, a.g.m., s. 70-71.
  12. Aktaran: İhsan Pekel, Atatürk’ü Anlamak ve Anmak-I, Ank. 2005, ss. 18-23.
  13. Atatürk’ün sözlerinden oluşan bu alıntılar, Genel Kurmay Başkanlığı, Atatürkçülük Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri I. Kitap, Ankara 1983’den yapılmıştır. (Aktaran: İhsan Pekel, Atatürk’ü Anlamak ve Anmak-I, ss. 20-23.)
  14. Sinan Meydan, Atatürk ile Allah Arasında, İnkılâp Kitabevi Y., İstanbul 2009, ss. 1002–1007.
  15. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Sinan Meydan, Atatürk ile Allah Arasında, ss. 43–93.
  16. Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz. Sinan Meydan, Atatürk ile Allah Arasında, ss.1007–1051
Reklam (#YSR)